13 Kasım 2012 Salı

...

Var olmaya başladığım andan bu yana hep var olan, beni huyumla-suyumla var eden ve var olduğumu anlamamı sağlayan canım annem artık yok... Yani anılarımızda var, ama yanımızda yok... Onun vazosu, onun çiçekleri, onun giysileri var, ama artık O yok.. Ev artık onsuz var... Kocaman bir boşluk... Çok büyük bir eksiklik... Çok büyük bir sessizlik...  

Bu gidişi kavrayışını "Ama biz onu bir çocuğun alışveriş merkezinde annesini kaybetmesi gibi kaybetmedik ki onu tamamen kaybettik, sonsuza kadar göremeyeceğiz anlıyor musun teyze? Ben onu çok özlüyorum, evin neşesiydi" diye anlatan Derin.

Sonra, onsuz ilk bayram kahvaltısında masaya koyduğum tabağını tekrar dolaba koymak, bomboş kalan sandalyesine oturmak, giysilerini toplamak, elime geçen her bir parçayı koklamak, koklamak, kokusunu aramak... Bu kadar çabuk mu gidiyor yeryüzünden kokumuz? Gündüz işte kaybolmak, akşam onun evine giderken hıçkırıkları yutmaya çalışmak, evinden ayrılmak istemeyip eşyalardaki izlerine dokunmak, evden ayrılamamak, inanmaya çalışmak, inanmaya başlayınca nefes alamamak... Sonra küçücük bir çocuk gibi sarsıla sarsıla ağlamak... Sırf O öyle isterdi diye dualar okumak... Cennetin en güzel köşesinde annesine, babasına, kardeşlerine ve ninesine kavuştuğunu ve iyi olduğunu düşlemek, hemen ardından aslında onun için her şeyin bittiğini ve toprağın altında çürümekte olduğunu ayrımsamak... 

Annem gideli bugün 24 gün oluyor, sanırım hayatımın en uzun 24 günü... 21 Ekim ve sonrası çok bulanık... Biliyorum tekrar berraklaşacak... Kendimize iyi bakmaya dair onun öğrettiği her şey tekrar hatırlanacak... Yemekler aynı lezzetini bulacak, uyku aynı sıcaklığı ile saracak, tekrar içtenlikle kahkahalar atılacak... Ama şimdi göğsümün ortasında bir ağırlık... İçimdeki yanma hissi... Ne eve sığabiliyorum, ne dışarıda durabiliyorum... Onu çok özlüyorum...
1962 yılında, yani annem 16 yaşındayken, çekildiğini düşündüğüm bu fotoğraftaki aileden geriye sadece anneciğimin sağındaki dayım kaldı... Umarım benim ona özlemim büyürken, annem kendinden önce giden sevdikleriyle buluşmuş, hasret gideriyordur.

Işıklar içinde ol güzel annem, huzurla uyu, mekanın cennet olsun!

3 Ekim 2012 Çarşamba

Son Günler...

Son günler, ne yazık ki zor günler! Annemle ilgili haberler hiç iç açıcı değil, durumu da öyle... Haftada üç gün diyalize giriyor, kan değerleri sürekli değişiyor, sodyum düşüyor, potasyum çıkıyor, ya da başka birşeyler oynuyor... trombositler ona keza.. beslenemiyor, uyuyamıyor, gözlerini açık tutamıyor... 6 Ağustos'tan beri zaman iki gün evde, iki gün hastanede geçiyor.. cumartesi gününden bu yana ise bilinç bulanıklaştı.. pazartesi hastaneye yatırdık, dün muayene eden dahiliye uzmanı "siroz ne zaman başladı?" diye sorunca anladık ki karaciğer yetmezliği, siroza dönmüş.. çok çok çok üzgünüm... ama ağlamakla gülmek hep yanyana... bazen hepimiz ağlaşıyoruz, sonra "şöyle dedi, böyle yaptı" diye gülüşüyoruz... hepimiz, herkes elinden geleni yapıyor, hedef sadece biraz daha zaman kazanabilmek... acı çekmesini istemiyorum, huzurlu olmasını ve olabildiği kadar uzun bir süre daha bizimle kalmasını istiyorum... onun için en iyi olanın, olmasını istiyorum...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Tatil: Alaçatı

Durdum, düşündüm biz kardeşimle en son ne zaman başbaşa tatil yapmışız anımsamaya çalıştım. Böyle bir durum hiç olmamış ya da benim aklımda kalmamış; ya kız arkadaşlarla birlikte gidilmiş tatiller var, ya aile ile beraber ya da küçük kız Derin'in de olduğu yolculuklar...
 
Kardeşim, birlikte olmaktan çok keyif aldığım kişilerden biridir... Yaşlarımız ilerledikçe farklılıklarımız belirginleşse de birlikte iyi geçiniriz, kendi adıma ben onunla mutlu-mesut yaşar giderim...
 
Alaçatı bu yaz hareketli bir yaz geçirse de biz daha çok huzur bulmaya gittik. Üç günlük kısa bir programdı... Alaçatı küçücük ama oldukça kalabalık ve kesinlikle pahalı bir yer olmuş.. Yine de  orada bulunduğumuz günlerde biz çok huzurluyduk...
 
Kardeşimin arkadaşının önerisi ile Ayazma Otel'de kaldık, bir kaç bina sonra Köşe Kahve'nin bulunduğu meydana gelecek kadar canlı ve merkezi bir yerdeydi. Fiyat da bize makul geldi. Ev yapımı reçellerin ve birbirinden lezzetli poğaça ve kurabiyelerin ikram edildiği Alaçatı'ya özgü zengin kahvaltı menüsü de konaklama ücretine dahildi. İki emekli öğretmen tarafından işletilen bu aile işletmesini sevdik biz, odalar tertemiz ve çok bakımlıydı. Kış aylarında da açık olduklarını öğrendik.
İlk gün otele yerleşip hemen İmren pastanesinde kahvaltıya gittik, menü o kadar kalabalıktı ki sokağa konulan masa yetersiz kaldı... Öylece sokağın içinde kahvaltı yaptık...

Kahvaltıda benim favorim, Sakız Adası'ndan gelen, Yunanistan imalatı bu antep fıstığı reçeli oldu.

İlk gün denize girmek için biraz daha yakın olan Alaçatı Sörf Okullarının bulunduğu plaja gittik. Soğuk su güzeldi ama soğuk suyun uzunca bir süre diz hizasında kalması rahatsız edici geldi bize.. Sonradan karnımızın ağrıması pahasına balıklarla yürümeye  hayır diyemedik.. Su pırıl pırıl ve yüzecek derinliğe ulaştığında da balıklarla birlikte yüzdük...
İlk gün Alaçatı Beach Resort'ta denize girdik, sonraki günlerde Aya Yorgi Babylon'u tercih ettik ve kesinlikle hem fiyatlar açısından hem de çalışanlar, deniz ve tesis imkanları açısından favorimiz orası oldu. Ben çimende güneşlenmeyi kesinlikle tek geçerim. Bundan sonra Çeşme tarafına yolum düştüğünde de sanırım kafamı fazla yormadan doğruca Babylon'a giderim.
 
Alaçatı, taş sokakları, taş evleri, renkli kapıları, duvarları, lezzetli Ege yemekleri, Ege insanı ile içiçe olma şansı nedeni ile çok sevdiğim bir yer oldu. Nisan ayında yapılan "Ot Festivali"nde yine geliriz dedik.. Kimbilir belki... 
 
Bir akşam denizden dönerken bir kırlangıcın telaşla yuvasına gidip geldiğini gördük, bu görüntüye yine telaşlı bir gürültü eşlik ediyordu... Kafamızı kaldırdığımızda farkettiğimiz yuvada annelerinden yemek bekleyen bu yavrulardı..

Pazar Gecesi Sineması: Life in a day

Haftaya ne güzel bir nokta oldu akşam izlediğim film ve yeni haftaya da güzel, güç veren, hayatı normalleştiren bir başlangıç... Youtube tarafından gerçekleştirilen bir projeymiş.. Gözlerimi kırpmadan öylece takılıp kaldığım muhteşem bir belgesel... Filmde 26 Temmuz 2010 gününün farklı ülkelerde, farklı insanlar tarafından ama özde tanıdık, bildik biçimlerde aktığını görüyorsunuz.. Kocaman bir bütünün küçücük bir parçası olduğumu hissetmek iyi geldi... Proje kapsamında 192 ülkeden 4500 saatlik görüntü gelmiş ve ortaya bu film çıkmış. Müzik de beni çok etkiledi. İzleyin, izlettirin.. Beni filmin bitişi çok etkiledi.. O kocaman bütünün parçası iken aslında ne kadar da yalnız olduğumuzu düşündüm.. Son sahnede arabasında oturan genç kadın şunları söylüyordu:
 
"Gece yarısı olmak üzere ve süre bitmeden bu videoyu çekmem lazım. Bütün gün çalıştım. Cumartesi olmasına rağmen! İşin en kötü tarafı; bütün günü, şaşırtıcı birşeyler olmasını, bugünü telafi edecek, harika birşeyler olmasını bekleyerek geçirdim. Tek istediğim; herkese, sıradan bir günde bile olağanüstü şeyler olabileceğini göstermekti. Doğrusu, böyle şeyler her zaman olmuyor ve bugün bütün gün boyunca hiçbir şey olmadı. İnsanlar, benim burada olduğumu bilsinler istiyorum. Unutulmak istemiyorum. Burada oturup da, ne kadar harika biri olduğumu anlatacak değilim. Çünkü, öyle değilim. Ben sıradan bir hayatı olan, sıradan bir kızım. İlgi çekici hiçbir özelliğim yok. Ama olmasını isterdim ve bugün güzel bir şey, güzel hiçbir şey olmamasına rağmen, bu gece güzel bir şeyler olmuş gibi hissettim."
 
Çoğu gün içimde bu duygu ile dolaştığım için sanırım çok yakın hissettim. Hayat aslında bence hislerden ibaret... Aslında öyle hissedebilmek için güzel bir şey olması gerekmiyor, şaşırtan, herkesi imrendiren birşeyler yaşanması şart değil, bazen hiçbir şey olmadan öyle hissedebiliyor insan.. Güzel birşeyler olmuş gibi hissettiğimiz günleri çoğaltabilmek dileği ile.. Aşağıda farklı sahnelerde farklı seslendirilen, melodilendirilen tek bir şarkıdan oluşan soundtrack'ten bir örnek paylaştığım filmi youtube'dan izlemek mümkün!
 

12 Eylül 2012 Çarşamba

Çok Özledim..

Hemen hemen bir ay süren hastane maceramızdan sonra annem taburcu oldu. Şimdi hep birlikte "haftada üç gün diyaliz" döngüsüne alışmaya ve son dönemde yaşadığı sarsıcı durumla baş etmeye çalışıyoruz. Tabii en çok da o mücadele ediyor tüm bunlarla.. Uykusuz geceler, enerjisinin düşüşü ve tabii ki yükselen kaygısı oldukça yoruyor onu..
 
Bugün herkes işyerinden ayrılırken iki arkadaşım bana "özledik, biraz işler yoluna girsin, birlikte birşeyler yapalım" dediler.
 
Ben de onları ve onlarla zaman geçirmeyi özledim ama sanırım en çok telefonla aradığımda "off kızım sıkıyorsun beni, çok üstüme düşüyorsun, ben iyiyim, beni merak etme" diyen anne sesini ve o sesin verdiği güveni ve o güvenin getirdiği özgürlüğü özledim.. Şu anda annemden uzak olduğumda kaygım çok artıyor, yanındayken de çaresizlik hissim ve hüznüm.. Başka şeylere pek de odaklanamıyorum. Sadece iş biraz dikkatimi dağıtıyor, onun dışında içimde hep bir endişe "bu sefer de atlatabilecek miyiz?"

8 Ağustos 2012 Çarşamba

İnişler Çıkışlar

Hayat böyle.. Bana da bunu iyice öğrenme fırsatları sağlamaya çalışıyor.. Sanırım 2005 yılından bu yana ciddi, oldukça disiplinli bir eğitime tabii tutuluyorum, hayatın inişleri ve çıkışları hakkında. Herşey zıddıyla var; mutluluklar da mutsuzluklarla.. Son günler yine roller coaster efekti ile geçti ve neyse ki an itibari ile tekrar sular duruldu...

Çınarcık ardından bir kaç günü Alaçatı'da geçirdim, tekrar kalbimi oralarda bırakıp döndüm, fotoğraflara bakıp güzel bir post hazırlamayı planlarken... Bir gün önce komşularını ağırlayan ve neşe, canlılık dolu sesi ile bana "çok iyiyim, merak etme" diyen annem rahatsızlandı ve hayati tehlike ile gittiği hastanede hemen yoğun bakıma alındı... İşte insanlar plan yapar, tanrı gülümser! Annem Yalova'da, onu takip eden kardiyolog ve nefrolog İstanbul'da olunca durum yine biraz karmaşık bir hal aldı. Ama neyse ki çok şanslıyız, çabuk çözdük ve buradaki doktorlar, oradaki doktorlar ile görüşerek bir tedavi planı yapıldı, durumu riskli olduğu için Yalova'da kalmasına karar verildi ve bu sefer hayatımıza diyaliz de girdi.. Umarım bu yeni durum hoş geldi ve umarım kısa süreli bir ziyaret için geldi.. Sonuçta annemin durumu çok şükür ki  daha iyiye gidiyor. Bugün yoğun bakımdan çıktı.. Ben ise Alaçatı'daki o keyifli, umarsız, tembel günlerin ardından gündüz iş, akşamları iş çıkışı Yalova, ardından  tekrar İstanbul biçiminde farklı bir düzene girdim... Şimdilik dileğim annemin daha da iyi olup hastaneden çıkarak İstanbul'a gelmesi, artık ondan sonra da onu uzun süredir takip eden doktorlarını dinleyeceğiz.

Ben nasılım? Galiba bir çeşit duyarsızlaşma yaşıyorum, ne hissediyorum diye kendime döndüğümde gözlerim yanmaya, boğazım düğümlenmeye başlıyor... O yüzden buna bakmak istemiyorum, bakmıyorum... Ama geceleri uyurken rüya mı görüyorum, yoksa uyanıkken düşünüyor muyum? Pek ayırt edemiyorum... An itibari ile ise kaygım azaldı, tekrar gülümsüyorum.


26 Temmuz 2012 Perşembe

Tatil ne güzel, ne güzel!!!

Yine kürkçü dükkanımızdayız.. Annemlerin Çınarcık'taki yazlığı, mutlaka her yaz uğradığımız yerlerden biri.. Kardeşim, Derin ve ben yine birlikte Çınarcık'tayız.. Bence yazlıkta tatil akıllara zarar.. Tatil falan olmuyor bu, sürekli koşuşturuyorsun, yemek yap, ortalığı topla ve temizle v.b... her evdeki günlük koşturmacanın içine gündüzleri deniz, akşamları sokakta gezmeler giriyor.. böylece hiç dinlenemiyorsun ama yaptıklarından hiç birini de azaltmıyorsun... Önceleri tabii annem bizim için herşeyi hazır ettiğinden, tek işimiz denize girmek ve gece gündüz dolaşmaktı... Artık dinlenme sırası onda :)

Çınarcık'ta neler yapıyoruz? Gündüz kum plaja gidip denize giriyoruz. Akşamları merkeze inip dolaşıyor, Roma Dondurmacısı Sabri Balkan'ın enfes dondurmalarından yiyor, Derin'i lunaparka götürüyor, biraz alış veriş yapıp bazen örneğin kocaman kabaran, yoğurtlu Çınarcık kurabiyeleri ile ünlü Özlem Pastanesi'nde çay içiyor ve eve dönüyoruz. Bir de Çınarcık'ta tekstil oldukça ucuzdur, küçük küçük dükkanlar ihraç fazlası ürünlerle doludur; bu sayede benim her yaz bir sürü yeni t-shirt ve elbisem olur. Yine öyle oldu.

İstanbul bu denli nemli ve sıcakken, burada olmak tabii ki çok güzel! Çünkü Çınarcık'ta nem oldukça düşüktür, geceleri rahatça uyunur, arkadaki yemyeşil dağlarda ve yaylalarda örneğin Erikli Yaylası, trekking yapılabilir. Buz gibi şelale sularına girilebilir. Bizim için huzurludur, keyiflidir... Yemyeşil ormana bakan balkonumuzda yaptığımız kahvaltılar çok lezzetlidir..

12 Temmuz 2012 Perşembe

Carnaval Latino

Gündüz her yer güneşten alev alevdi, gece ise Küçükçiftlik Park Latin müziğinden... Dün akşam iş çıkışı Mariachi'nin sponsorluğunda düzenlenen Carnaval Latino'daydık... Gecenin sürprizi kardeşimin Omara Portuondo ile tanışma hakkı kazanmasıydı, bir diğer sürprizi ise bu tanışmanın gerçekleşememesi oldu... Hayat böyle işte bazen gösterip vermiyor, bazen verirmiş gibi yapıyor ama yine vermiyor :))) Yok! Yok! O kadar da karamsar bakmamalı, orada olmayı isteyen ama olamayan bir sürü kişiden daha şanslıyız sonuçta...
Saat 19:00'da açıldı kapılar, girdiğimizde Luis Ernesto Gomez & La Descarga çalıyordu.. Solist Gülseren Yıldırım Gomez ve Luis Ernesto Gomez... Yakında Çeşme'de çıkacaklarmış.. eğlenceli bir gruptu..
 
Biz de aldık Mariachi marakaslarımızı, başladık olduğumuz yerde kıpırdamaya.. Geçen yıl aldığım salsa derslerinin üzerine hiç pratik yapmamam iyi olmamış... Bu durumu tekrar ele almalı! Biraz pratik yapmalı!
Sonra sahneye Bebe çıktı.. Bebe'yi görünce insan Latin sıcaklığını, rahatlığını, doğallığını içinde hissediyor... bir de içine girilmesi neredeyse imkansız Zara, Mango gibi markaların neden hep İspanya'dan çıktığını da anlıyor... Hepsi mi bu kadar ince bu İspanyol kadınların? Kendisi, Latin pop denilebilecek bir tarza, iyi bir sese ve etkileyici bir doğallığa sahip... Ben sevdim :)
 
Keyifli bir organizasyon olmuştu, kıpır kıpır müzik, çevrede bir sürü dans eden insan, sonradan serinleyen güzel bir hava...
En sonunda beklediğimiz an geldi... Buena Vista Social Club sahneye çıktı. Buena Vista Social Club, Küba'da 1940'larda müzisyenler arasında popüler olmuş bir müzik ve dans kulübüymüş.. 1990'larda, bildiğimiz gibi, uluslararası bir üne sahip olup geleneksel Küba müziğine ve Latin Amerika müziğine olan evrensel ilgiyi arttırmış. Ayrıca "Buena Vista Social Club" ismi artık Küba'nın "müzikteki altın çağı" olarak nitelendirilen 40'lı ve 50'li yıllarında yapılan geleneksel müzikleri betimlemek için kullanılmaya başlanmış. Onları dinlerken insanın yerinde durması gerçekten olanaksız gibi...
Sonra sahneye Buena Vista Social Club tarafından "La Mujer Sexy" diye davet edilen Omara Portuondo çıktı... 82 yaşında olmasına rağmen, dans ederek şarkı söyleyen ve konserlerinde yer bulunamayan bu kadını sahnede görmekten-dinlemekten çok mutlu oldum... Bu arada sahneye "Oynama Şıkıdım Şıkıdım" diyerek çıktı.
Dün akşamdan kalanlar bu keyifli anlar ve aşağıdakiler... Haa bir de en kısa zamanda Küba'ya gitmeliyim kararı var :)

10 Temmuz 2012 Salı

Bir Güne Sığanlar...

Haziranı bitirirken bana çooook uzun gelen bir gün yaşadım. Hem de çooook uzun... Şimdi dönüp bakınca, aynı güne birlikte olmanın hazzı, huzur, dinginlik, kahkaha, bitiş, hüzün... bir sürü şey sığmış... İşte fotoğraflar:
Önce İstanbul Boğazı'nda tekne turu.. Tekne ilk yolcularını Kabataş'tan almıştı ama bizim turumuz Beylerbeyi'nden başladı, Anadolu Hisarı'nı da geçip Beykoz Koyu'na kadar devam etti. Geri dönerken Beylerbeyi'ni geçtik ve Kabataş'ta indik...

Önceden planlamıştık; Boğaz'ın denize açıldığı noktaya kadar gidip, Karadeniz kenarına ulaşacak, ruhumuzu kuzey rüzgarları ile havalandıracaktık.. Böylece Kabataş'tan yola çıktık.. Keyifli bir yolculuktu. Ben kendimi küçücük bir çocuk gibi hissettim, arkada mutlulukla gülümseyen... hiç bilmediği yerleri, dünyayı tanıyan ve çok güvendiği ailesi ile keşfeden, mutlu bir çocuk gibi... Öylece gülümsedim yol boyunca... içimde tarifsiz bir huzur...
İlk molayı Garipçe'de verdik. Boğaz'da sakin, küçük bir balıkçı köyü... Deniz kenarında bir restoran var, ama içecekler sınırlı... Durum böyle olunca birer çay içtik ve Rumeli Feneri'ne geçtik.
Aradığımız içeceği Barınak Balık'ta bulduk, tam karşımda Karadeniz, sağımda ise İstanbul Boğazı... Ne büyük bir kayıp olmuş daha önce buralara gelmemem.
Kenarında oturduğum minik pencere işte böyle bir dünyaya açılıyordu. 
Elinde bir hortumla yerleri ıslatan çocuk ve hortumdan çıkan suyu yakalamaya çalışan, heyecanlı, oyuncu iki köpek... Uzun süre hoplaya zıplaya oynadılar. Öylece onları izlemek, gelip giden kocaman tankerlere bakmak.. zamanı dondurdu benim için...

Sonra dedik ki burada durmak olmaz, bir de Karadeniz koylarından birine gidelim. Yol seyirlik manzaralar sunarak bizi Demirciköy'e götürdü...
İşte böyle sessiz, huzurlu bir koyda bulduk sonra kendimizi..
Oturduğumuz yerin ismi Uzunya idi, zaten orada başka bir yer de görmedim.. belki de vardı ama ben oksijenden, huzurdan ve rakıdan sarhoştum :) 
Güneş battığında, suda mutlu - suyla mutlu - iki köpek geldi. Biri büyükbaba, öteki torunmuş... Büyükbaba çok yaşlanınca, yanına genç bir arkadaş olsun diye düşünmüşler... Hem de yaşlı olan bir gün gittiğinde, yanlarında kalacak ondan bir yadigar olsun istemişler...
Daha önce de fırında eritilmiş tahin helvası yemiştim ama bana hiç denk gelmemiş, böyle nar gibi kızarmış olana ilk kez rastladım... 

---------------------------------------------------------------------------------------------

O gün biz İstanbul'da uzaklara kaçarken, uzaklardan biri de İstanbul'a geliyordu... Fiziksel olarak bana yakın, ama varoluşsal olarak benden çok çok uzak bir yerlere... Arada katedilmesi imkansız mesafelerle geldi ve gitti... Böylesi daha iyi... O geçmişte ve olduğu yerde kalması gereken biri... Aslında hareket etmeyen... Ne gelen, ne kalan, ne de giden... Benim de öylece tuttuğum, herşeye rağmen bir türlü bırakmadığım... Ne yanına gittiğim, ne yanında kaldığım, ne de yanından uzaklaştığım biri... Umarım artık sona geldik ve perde kapandı... Gelmemek, aramamak, sormamak her zaman daha iyi...

İçimdeki küçük, kırılgan kız çocuğu büyüyor ve daha hafif, daha huzurlu, daha umutlu :) en azından şimdilik!

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Şımartılmak... Bir Cumartesi...

Doğumgünüm Nisan'daydı ama ben hediyelerimden birinin paketini yeni açtım sayılır. Kardeşim Nişantaşı Sofa Hotel'in Spa'sında "sevdiklerini şımartma organizasyonu" planlamıştı.. Ancak yoğun haftasonları nedeni ile bir türlü gerçekleştirememiştik.. Sonunda gittik ve epeyce güldüğümüz bir gün geçirdik... Kardeşim sadece bana değil, benimle aynı günlerde doğan bir arkadaşımıza daha aynı güzelliği yapınca grup üç kişilik oldu... Masaj konusunda günün şanslısı bendim...

Masaj, jakuzi, küçücük havuzda - yüzme diyemeyeceğim - uzanarak öteki uca değme aktivitelerinden sonra yemeğe gidelim diyerek çıktık oradan... Kardeşimin aklına City's AVM'nin en üst katındaki Limonata geldi, işyeri için organizasyonlar yaptığı için mekan konusunda bana göre daha fazla seçenek bilir, aklında tutar... Burası İzzet Çapa'nın mekanlarından biriymiş... Dekorasyon çok eğlenceli, ama unutmadan; çevreye bakmaktan sohbet edememe ihtimaliniz var, hele de benim gibi sınırda bir dikkat dağınıklığınız varsa... City's Sinema katına çıktığımızda yürüyen merdivenlerin tam karşısından girip başımızı sağa çevirdiğimizde Boğaz manzarasını göreceğimi hiç düşünmemiştim.. İnanamadım Nişantaşı'nda deniz gören bir restaurant!!!

Teras'ta manzara ile daha fazla temas etme şansı olurdu herhalde ama hava o kadar sıcaktı ki içeride kalıp çok renkli dekor eşliğinde sohbet etmeyi tercih ettik.

Tatlı bölümü uzaktan muhteşem görünüyordu ama son dönemde biraz dikkat etmem gerektiğini düşündüğüm için yerimden kalkıp bakmadım bile.. o köşeye gidersem elim boş dönmezdim asla.. 
 Mısır ekmeği ve sos çok lezzetliydi..
 
 Kardeşimin yengeç salatası; hem lezzet hem de görüntüyü beğendik amaaa.....
bu bir risotto.... benim yemeğim... içinde közlenmiş patlıcan var.. tadı güzeldi ama sunumunu sevmedim... 
Aşağıdaki de ertesi günden... Klonlanmış Derin :) Kozzy'deki Koton'un soyunma odalarına bayıldık, amaç giysi denemekti ama mağaza çok kalabalık olmayınca, aynalar sayesinde genişletilmiş soyunma odasında bir sürü fotoğraf çektik...  

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Uçuk...

Bu sabah dudağımın kenarında minicik bir uçukla uyandım... Önceleri küçücük bir noktaydı... Minicik bir acı... Sonra farkettikçe büyüdü... İçi doldu... Her an patlayacak gibi... Çok acıtan, kocaman bir nokta oldu... Benden bir parça... Çok yakında patlayacak... Sonra kuruyacak... Kabuk bağlayacak... Acı geçecek... Tıpkı diğer herşey gibi... Dudağım normale dönecek... Hayat gibi...

28 Haziran 2012 Perşembe

Güzelleme...

Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok.
Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok.
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok.
Ben düşündükçe var dünya, ben yok, o da yok.

Hayyam ne güzel demiş.. hayatta herşey biz ne kadar onu farkediyor, düşünüyorsak o kadar var... Bizim farkındalığımızda değilse zaten yok.. insanlar, hayvanlar, duygular, düşünceler hepsi... farketmek ve düşünmek için de var olmamız lazım... Gerçekten var olabilmemiz...

Şu sıralar varoluşumun rotası azıcık kaydı... bu akşam yine adadaydık.. bu kadar bol kahkahanın üstüne uyku tutmuyor beni.. bu geceden diyaloglar:

İki dubleden sonra ben: Hocam senin burcun neydi??
Ö. Hoca: Geyik
Kahkahalardan katılan ben: Hocam insan kendine bunu yapar mı? O boynuzlu birşey!

Meyhanedekilerden biri 60. yaşgününü kutlamaktadır.. arada telefonu eline alır ve hattın diğer ucundakine "seviyorum ulan!" diye bağırır... Bizim masadakiler gülümser, "ikinci bahara" diyerek kadeh kaldırırlar.. Bu arada masadakilerin kaçıncı baharlarını yaşadıklarına gelir söz...

ben: valla benim ilkbahar, küresel ısınmaya denk geldi.. o sıra baharlar yaşanmıyordu...

aldatan baharlara şimdilik hiç ihtiyaç yok.. yaz yeterince güzel bir mevsim :)


26 Haziran 2012 Salı

Yine güzeldik...

Bir süredir yapılan kaçamaklar, bedenimin ölçülerinde genişlemeye neden olsa da ruhumdaki daralmalara iyi geliyor. Bir de tabii ki sıcak ve nem var, insanı evin dışına kovalayan. Yeni mekanlar, dostluklar, kahkahalar, birlikte kurulan hayaller, geleceğe dair umut. Bu hali seviyorum işte...

Okul kapandı aslında ama bizim akşam toplantıları bitmedi. Galiba yaza rağmen aynı tempoda çalışmak zorunda kalan bizler, toplantı sonralarında kendimizi hovardalığa kaptırarak dinlenir olduk.

Dün akşam Beyoğlu'ndaki toplantıdan, hava kararmadan az önce çıktık. İstiklal'de olmak baştan çıkarıcı birşey. Galatasaray Lisesi'nden Tünel'e doğru yürüdük. Lebon Pastanesi'nin yanındaki kapıdan Hıdivyal Palas'a girdik. İkinci kata çıktık veeeee Eleos'daydık. Bir Rum meyhanesi olan Eleos'un nefes kesen manzarası, kararımızı hızlandırdı. Bir de mezelerinin methini önceden duymuştuk. Rezervasyonumuz olmamasına rağmen şanslı günümüzdeydik bize bir masa hazırlayabildiler..
İlk ikram Sifinaki idi. Uzo, limonsuyu ve esmer şekerle yapılmış, iştah açıcı bir shot.. Mezeler ve ara sıcaklar o kadar yeterliydi ki başka birşey yiyemedik.. Ayvalık usulü kabak kızartması muhteşemdi, bir de içinde dilim beyaz peynir bulunan kırmızı bibere bayıldım ben... 
Gecenin bitişinde ise içinde minik bir acıbadem likörü şişesi ve shot bardakları ile birlikte kocaman bir meyve tabağı geldi. Keyifli keyifli sohbet etmek için gidilebilecek bir yer, manzara da son derece romantik. Karşıda Selimiye Kışlası ve Harem İskelesi, kocaman ışıklı bir gemi, gelip giden vapurlar...

Terasta yer bulabilmek için mutlaka rezervasyon ile gitmeli: (212) 244 90 90

Daha yakından tanımak için: http://www.eleosrestaurant.com/