30 Eylül 2011 Cuma

The Rookie Chef: Obasan İle Chef Inn Macerası

Bu akşam çok keyifliydi.. İş çıkışı, bizim okulun yemeklerini yapan OBASAN'ın bir organizasyonuna davetliydim. Unilever'in bir gastronomi atölyesi olarak açtığı CHEF INN'de içimdeki şefi keşfetmeye çalıştım...
Asla başarısız olmama izin vermeyecek muhteşem bir ekiple keyifle bir akşam geçirdik.. Önce pişirdik, sonra şarap eşliğinde yedik.. Executive Chef İbrahim ile peynir çorbası ve demi glace soslu biftek yaptık.. 
 
Bu yemekleri, evde pişirmeye kalksam tüm günümü alırdı ama bu profesyonel ekiple çabucak pişirdik, sonra da sohbete koyulduk..
Bu arada bir başka ekip de tatlı ve levreği hazırladı, birlikte oluşturduğumuz menü ile muhteşem bir ziyafet oldu..
CHEF INN, yemek yapmaktan keyif alanlar için muhteşem bir atölye, içinde bir gastronomi kitaplığı da varmış.. Bir de tabii Küçükyalı sahilde, muhteşem Adalar manzarasına karşı çalışıyorsunuz.. Bu arada Unilever tarafından üretilen KNORR'un ürün yelpazesindeki profesyonel kurtarıcıları da anmak lazım.. Çoğu ürünün perakende satışı olmadığı ama METRO gibi marketlerde büyük paketlerde satışa sunulan profesyonel boylarını bulabileceğimizi belirttiler.. Örneğin benim yaptığım peynir çorbası gerçekten çok beğenildi ama işin asıl sırrı Knorr Peynir Sos idi :) 

Bugün İstanbul'da gök delindiği için ön kısımdaki terası kullanamadık ama içerisi de yeterince güzeldi.. Ardından da elin ayağın çekildiği sahilde yürüyerek eve döndüm.. Sahil artık iyice sessizleşmişti.. Kışla beraber akşamları sahilde yürüyemeyecek miyim ben???

27 Eylül 2011 Salı

Bozcaada..

Üzerinden bir yıl geçti ama ben bir türlü yazamamıştım.. Gitmeden önce bir arkadaşım "eğer Kaş'ı seviyorsan, Bozcaada'ya bayılacaksın" demişti.. Haklıymış!!

Biz gittiğimizde şeker bayramıydı, bu nedenle de adanın en kalabalık zamanlarına denk geldik.. Restoranlarda bir kap yemek siparişi verebilmek için dakikalarca bekledik, Derin ilgimizi kendi üzerinde tutabilmek için aklına gelen her huysuzluğu yaptı, hava serinlediği için zaten soğuk olan su soğuktan da soğuktu, tatil nedeniyle herkes adada olduğu için güç-bela bulabildiğimiz pansiyon gerçekten çok uyduruktu ama herşeye rağmen biz çok sevdik Bozcaada'yı.. Ayazma'nın serin suyu, karadan denize doğru esen rüzgarı, turkuvaz-tertemiz denizi, incecik kumu aklımızdan hiç çıkmadı... bir de tabii o huzur.. Bir gün yine gideceğiz..

Ayazma'da Vahit'in Yeri önerilir, akşam yemekleri için Yosun iyi bir seçenek olabilir, Çiçek Pastanesi'nden mutlaka un kurabiyesi alınır, Sardunya Otel'den nane reçeli önerilmişti ama o dönemki yoğunluktan dolayı kalmamıştı - ben bulamadım, belki sizler bulursunuz-, tabii ki de bolca şarap içilir :)

Adaya gelirken..

Kaleden..

Kuzucuk..

Huzur..

Şarap Güzelleri..

24 Eylül 2011 Cumartesi

Yasemin Mori: Nolur.. Nolur.. Nolur..

valla ayıp etmişim ben bu kıza.. nerede yaşıyormuşum da farketmemişim.. yerin binbeşyüz metre derinlerinde.. melankolide.. bu arada melankoli nedir biliyor musunuz? "siyah safra".. hikayesi uzun.. geçen ay yazdığım ödeve hazırlanırken okumuştum..

neyse.. ben zıplamaya devam edeyim..



 

23 Eylül 2011 Cuma

Gece: Ben Öldüm..

Gün, her zamanki gibi erken başlıyor.. her sabah olduğu gibi kargalar kahvaltılarını yapmadan, ben okula gidiyorum.. günlerden cuma olunca ise yataktan resmen sürünerek çıkıyorum.. tüm haftanın yorgunluğu, göz kapaklarımda..

Bir de Beyoğlu'nda toplantım var, karşıya geçmek de lazım.. köprünün dibinde olmamıza rağmen, trafik berbat olunca Harem'den feribotu kullanıyoruz.. arabada gazete okuyorum ama gözümü kapatsam uyuyacağım.. o kadar yani.. neyse feribota biniyoruz.. H. Bey sağolsun, bana çay almak için gidiyor.. bu arada radyo da açık.. birden bir şarkı çalmaya başlıyor.. duyunca.. içim kıpır kıpır oluyor.. arabadan çıkıp zıplaya zıplaya dans etmek istiyorum.. tabii ki yapmıyorum.. sadece arabanın içinde parmaklarımla ritim tutuyorum..

gece evdeyim.. arıyorum şarkıyı nette ve işte o!.. açıyorum, defalarca çalıyorum ve evde zıplaya zıplaya dans ediyorum.. ben çok sevdim.. sözleri ağlak, kendisi kıpırdak bir şarkı..

13 Eylül 2011 Salı

Furuğ Ferruhzad..

1990 yılı sonunda ODTÜ Kütüphane'de kurulan kitap satış standlarının birinden, üzerindeki kadın resmi bana 1988'de kaybettiğimiz canım teyzeciğimi anımsattığı için, hiç bilmediğim bir kadının kitabını aldım.. Sonradan öğrendim ki benim bilmediğim bu isim, aslında İran şiirinin en önemli isimlerinden biri imiş.. sadece kapaktaki kadın resmi ile bir bağ kurup aldığım o incecik kitap, halen kütüphanemdeki en sevdiklerimdendir. Ada Yayınları'ndan 1989 yılında çıkmış ve 1600 adet basılarak tümü numaralandırılmış kitaplardan 1294. olan bu kitap, 1995 yılında The Marmara'ya yapılan bombalı saldırıda hayatını kaybeden Onat Kutlar'ın çevirisi olduğu için de kıymetlidir benim için.. Farsçadan çeviri Onat Kutlar'ın dostu Celal Hosrovşahi ile yapılmıştır. Şiirleri okurken, o özenli çeviride, Celal Hosrovşahi'nin Furuğ'a aşkını da hisseder insan..

Özellikle şarabın yanında pek bir severdim Furuğ'u bir zamanlar.. O dönemde arkadaşlarım da çok güzel okuyorsun diye gaz verince.. Mutlaka okurdum şaraplı gecelerde, Ankara'da Demirlibahçe'deki evde..

O dönem Sohrab Sepehri'yi de tanıdım, Furuğ'a olan ilgim sayesinde.. Neyse güzel günlerdi işte :)

Bugün Lalenin Bahçesi'ni okurken Furuğ'u çoktandır okumadığımı hatırlayıp, aldım elime hemen özlemle..

en sevdiğim şiirinden bir kesiti de buraya ekliyor ve uyumaya gidiyorum:

"...
Üşüyorum
Üşüyorum ve sanırım artık hiç ısınmayacağım
Ey sevgilim! Ey tek sevgilim "kaç yıllıktı acaba o şarap?"
Bak burada
Ne kadar ağır zaman
Ve nasıl kemiriyor balıklar benim tenimi!
Niçin hep denizin altında tutuyorsun beni?
Üşüyorum ben ve sedef küpelerden nefret ediyorum
Üşüyorum ve biliyorum
Bir yaban lalesinin kırmızı düşlerinden
bir kaç damla kandan başka
Hiç bir şey kalmayacak yerde.

....

Yeniden tarayabilecek miyim
Saçlarımı rüzgarla?
Menekşeler dikebilecek miyim yeniden bahçelere?
Ve pencerenin ardında duran
Gökyüzüne sardunyalar dizebilecek miyim?
Acaba yeniden dansedebilecek miyim kadehler üstünde?
Kapı zili çağıracak mı beni yeniden bir bekleyişe?

"Artık bitti" dedim Anneme
"Düşünmeye fırsat bile kalmadan olur olanlar...

..."

Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım şiirinden..

Güzel rüyalar herkese..

12 Eylül 2011 Pazartesi

Rüyalar..

Hani ben sildim, hafifledim, falan dedim ya.. Bilinçaltım, "hahhayt mesaj kutularından silmekle olmaz o iş.. yetmeeeez" dedi ve bana şöyle bir nanik yaptıktan sonra.. başladı rüyalarımda eskiler geçidi yapmaya.. Günlerdir rüyalarımda exlerle ve onların karıları-sevgilileri-nişanlıları gibi bazı kadınlarla uğraşır oldum.. Aslında kabus gibi.. adamları ve onlarla bağımı sürekli hortlatıp duruyorum..

ama bazen de çok komik rüyalarım oluyor.. düşündükçe gülüyorum.. mesela:

Efendim rüyamda ben bir "muhasebeci"ymişim.. Hani durumları muhasebe edeceğim ya sanırım o yüzden "muhasebeci".. neyse benim exlerden biri, yanında sevgilisi ile ofisime geliyor.. Öyle takılıyorlar azıcık, dosyalara falan bakıyorlar.. Konuşmuyoruz bile.. Sonra tam onlar çıkarken, ben çantamdan iki tane tarağı çıkartıp veriyorum, çünkü o taraklar sözde onlara aitmiş.. onlar da alıp gidiyorlar.. çok güldüm.. Hani sildim, attım ya herşeyi.. rüyamda da tası-tarağı da toplayıp tutuşturdum ellerine..

Bir de daha önce gördüğüm bir rüya vardı ki hala gülerim hatırladıkça.. süper bence.. ben, bu sefer, elimde bir elektrikli süpürge ile sokakları süpüren bir çöpçüyüm.. Aslında çöplerle işim yok, kuru yaprakları dert etmişim, onları topluyorum.. öyle sokaklarda kuru yaprakları makinama alarak dolaşırken.. bir bakıyorum ki benim exlerden birinin evinin önündeyim.. kafamı kaldırıyorum, ışığı yanıyor.. ben yine yapraklarıma dönüyorum ve içimden "ohhhh neyse bir daha bu sokaktan geçmem gerekmeyecek" diyorum..

rüyalarımı seviyorum.. komikler.. hepsi çok anlamlı geliyor bana..

Freud believed that dreams are "the Royal Road to the Unconscious"
Fritz Perls believed that dreams are "the Royal Road to Integration"

8 Eylül 2011 Perşembe

XXX'in Yeri.. :)

Bir arkadaş zaman zaman gönderdiği mesajlarla tüm arkadaşlarını çağırırken beni de çağırıyordu "Beykoz'daki XXX'in Yeri"ne.. Böyle mangal falan yapıyorlardı.. Hatta aklımda kalmış, hafta sonu Beykoz'da dolaşırken tabelalara da baktım göz ucuyla, ama gözüme çarpmadı..

Bu hafta başında da yine benzer bir organizasyonun haberini alınca, bu sefer katılmaya niyetlendim.. Önce Uncle Google'a başvurdum tabii ki.. Anadolufeneri'nde varmış anılan isimde bir yer.. Hani geçen gün  Beykoz'u yazdığımda sevgili Öküz de oradan bahsedince, ayy bir sevindim anlatamam.. Yaşasın sıcağı sıcağına gideceğim Anadolufeneri'ne diye..

Neyse arkadaşa sordum, nasıl gidilir, nerededir bu XXX'in Yeri? Göremedim ben oranın tabelasını falan diye de açıkladım...

Gelen yanıt şöyle idi: "komiksin XXX'in yeri şöyle oluyor; XXX benim arkadaşım, yalıda oturur, bahçesinde mangal yakarız arada"

Ne diyim? Sanırım o yalıya hiç gitmem artık :)))))

Sildim.. Hafifledim..

Çoğunlukla bitiremeyen biriyim.. İlişki bitirmeyi beceremiyorum.. Aslında çoğu zaman hızla çekerim kendimi ama sonra tek başıma bitirmek için uğraşır dururum.. Bitirmeyince yeni birşeylere başlamak da hiç kolay olmuyor..

Bir ilişki sözde bittikten yıllar sonra bile hala o ilişkiye ait bazı şeyleri korurum.. O dönemde yazılmış mesajlar, mektuplar, alınmış ufak tefek şeyler, falan filan.. Bugün bir adım attım.. Tüm eski ilişkilerimin artıklarını çöp kutusuna attım :)

Gidenin ardından kırıkları toplamak zaman alır.. Kırıkları toplamaya çalışırken koruduğum bir kaç şeyle, bağı ayakta tutmaya çalışmışım, ne yaptığımı bilmeden..

Artık eskiye bağlı olmak istemediğimi fark ettim.. Farkında olmadan koruduğum bağlardan kurtuldum.. Eteğimde taşıdığım taşları döktüm.. Hafifledim..

5 Eylül 2011 Pazartesi

Haftasonu Gezintisi: Beykoz

Dün kardeşim ve yeğenimden oluşan "kızlar" grubumuzun dışında bırakıldım.. Küçük kız, bir süredir babası ile Bayramoğlu'nda idi... Dolayısıyla ortanca kızı çok özlemiş ve büyük ile onu paylaşmak istememişti.. Küçük kız "Biz bugün anne-kız günü yapalım" deyince, büyük olan ben grubun dışında kaldım :)

Bu haberi aldıktan kısa bir süre sonra babam aradı, ben de onu kahvaltıya davet ettim.. Birlikte güzel bir kahvaltı yaptık.. Saat iki gibi onu da uğurladım..

Önce uzuuuuuuun bir süredir ev dışında oluşlarım ya da evdeyken hep ödevlerle uğraşmalarım nedeni ile çok tozlanmış yuvamı temizleyeyim, artık tatil bitiyor, full-time iş başlıyor, yeni döneme hazırlanayım diye düşündüm ama neyse ki bu düşünceyi hemen zihnimden uzaklaştırdım..

Hızla üstümü değiştirdim.. Attım çantama "Adım Adım İstanbul" kitabımı.. Çıktım evden..

Daha önce gitmediğim bir yerlere gideyim istiyorum, ama bilmiyorum nereye gideceğimi de.. Neyse zaman kaybetmek istemedim, minibüse atlayayım önce Kadıköy'e gideyim, yolda da karar veririm dedim. Aslında aklımda Rumeli Kavağı var ama karşıya geçmek çok zaman alacak diye düşünüyorum.. Karar verebilmiş değilim, birden yine her zamanki rehavetime kaptırıp kendimi "amaaaan Kadıköy'de takılayım işte, sahafları dolaşayım" diye düşünüyorum.. Bu arada da serseri mayın misali dolanıyorum.. Kendimi İskele yakınlarında bulduğumda, kulağıma "Beykoz'a bir kişi" sesi geliyor.. "Beykoz'a mı?" diye soruyorum ve atıyorum kendimi dolmuşun arkasındaki boş yere..

Şaşırtıcı ama trafik yok, böylece Boğaz manzaralı keyifli bir yolculukla Beykoz'a varıyorum.. Dolmuşun son durağına kadar inmiyorum, ama sonradan bunun gereksiz olduğunu düşünüyorum. Ortakent diye bir yerdeyim.. Orada ne yazık ki rahatsız olduğum bakışlarla tanışıyorum.. Beni en çok şaşırtan bu oluyor.. Herkes dizimin iki parmak yukarısındaki tulumumdan açıkta kalan bacaklarıma bakıyor.. Çevreme inanamıyorum, en rahat giyinmiş olanlar kot pantolonlarının üzerinde kısa kollu t-shirtlerini taşıyorlar.. Denize doğru gitmeye çalışıyorum, birden bir mağaza görüyorum; sıradan, küçük bir giysi mağazası öyle tesettür mağazası gibi görünmüyor ama vitrindeki mankenlerin başları itina ile örtülmüş.. Bana herkes öyle bakmasa, tüm bunların farkına bile varmayacağım muhtemelen..

En sonunda deniz kenarına ulaşıyorum ama ne yazık ki bakışlar pek değişmiyor.. Sadece ben, bir süre sonra umursamaz oluyorum.. Boğaz havası alarak Çubuklu'ya kadar yürüyorum.. Fotoğraflar çekiyor, arada boş bulduğum banklara oturup manzarayı seyrediyorum.. Balık tutan ya da yürüyen insanları, tekneleri de..

Çok kalabalık.. Yol kenarına araçlar parkedildiği için trafik Üsküdar'a gidiş yönünde sıkışmış durumda.. Biraz açığa parketmiş bir araç yüzünden otobüs geçemiyor, kalıyor bir noktada.. Otobüsteki yolculardan bazıları hemen iniyor, çevreden yetişiyorlar ve parketmiş aracı kol kuvvetiyle biraz taşıyıp otobüse manevra şansı yaratıyorlar :) Yol açılıyor..

Kenardaki tekne lokantalardan birine girip midye tava yiyorum ama ne yazık ki yanında bira yok :(  Gördüğüm kadarı ile hiç birinde yok.. Böylece mecburen midye tava + şalgam suyu ikilisine razı oluyor, kalan ekmeklerimi denizdeki kaya balıklarına atıyor, biraz onların telaşlı kapışmalarını izliyor ve kalkıyorum..

Böylece hep Anadolu Kavağı'na giderken arabadan ya da vapurdan gördüğüm Beykoz'da yürümüş oluyorum..

Bu arada birkaç da fotoğraf çekiyorum, işte seçtiklerim:

1894'den bu yana :)
Çok davetkar..
Oturduğum tekne-lokantadan..
İshak Ağa Çeşmesi, 1746.
Çeşmenin en önemli özelliği: "Lüle" adı verilen musluksuz oluklar




Veeee... Gezgin ruhuma her zaman birşeyler sunan güzel şehrime teşekkürler :)

3 Eylül 2011 Cumartesi

Bayram Tatili.. Kürkçü Dükkanı: Çınarcık


Bu bayram uzun bir süreden sonra tüm aile, hep beraber Çınarcık'taydık.. Bilmeyenler için birazcık bilgi: Çınarcık, Yalova'nın ilçesi.. Denizle orman arasına sıkışmış, ama apartmanlardan dolayı fazlasıyla şehir görünümünde, yine de köylerin dibinde küçük bir tatil beldesi diyebiliriz. Çınarcık'ta yerleşim deniz kenarına yoğunlaşmıştır, çünkü deniz kenarından birden yükselir kara.. Bu nedenle binalar-insanlar, denizden çok uzaklaşamamıştır ve iyi de olmuştur.. Bu sayede orman ayakta kalabilmiştir.. 

Çınarcık, İstanbul'a yakınlığı nedeni ile eskiden gözde sayfiyelerden biri idi.. Ben üniversitedeyken bizimkiler de oradan küçük bir daire almışlardı. Aslında bizim o daireyi aldığımız dönem, Çınarcık'ın kirlilik nedeni ile "out" olduğu dönemdi.. Ama yine de aynı dönemde müzikli çay bahçeleri, bir megastar çıkarmıştır: Tarkan!

17 Ağustos 1999'da annemle beraber Çınarcık'taydık.. Bizde birşey yoktu, ama feci sallanmıştık.. Günlerce uyuyamamıştım.. Sonraki yıllarda da doğal olarak tadı tuzu kaçtı Çınarcık'ın.. Gelenler epeyce azaldı.. Ama özellikle annem, çok sever. Bu yıl bayramda oradaydılar.. Biz de kardeşim ve Derin'le birlikte katıldık annemle-babama..

Hep Çınarcık'ta, Eylül ayında denizin çok güzel olduğunu duyardım.. Artık deniz temizlendiği için mi? Aylardan Eylül olduğu için mi? İkisi bir arada olduğundan mı? Bilemem ama deniz gerçekten muhteşemdi.. Her zaman Çınarcık'ın sakinlerinden olan denizanaları yoktu, pırıl pırıl suda dip görünüyordu, su çok soğuk değildi ve hep alıştığımız dalgalar-çırpıntılar da yoktu.. Doya doya yüzdüm.. Denizden çıkmak istemedim.. Son iki gün, deniz kızıla boyanana kadar denizdeydim.. Denizdeki insan sayısı azaldıkça, koca koca kefaller kıyıya kadar gelip zıplaya zıplaya yüzdükleri için korkup çıktım.. Yoksa hava kararana kadar kalabilirdim :)

Çınarcık'ın poyrazı boldur.. Akşamlar mutlaka rüzgarlıdır ve rüzgar estikçe sanki İstanbul'u da önüne katıp getirecektir.. Geceleri İstanbul ışıl ışıl karşınızdadır.. Nemin düşük, rüzgarın çok olduğu gündüzlerde de İstanbul'u karşınıza alıp yüzersiniz..

Çınarcık'ı seviyorum, güneydeki pek çok yeri keşfetmeden önce bizi pek güzel ağırlamıştır, vefa borcum var :) şimdi de temizlenen denizi ile tekrar gözüme girmeye hazır :) arada sırada haftasonları kaçabilirim..

Severim, öneririm :)