30 Aralık 2009 Çarşamba

Reconstruction-Yeniden Sev Beni

Ya çok sevilecek, ya da hiç sevilmeyecek bir film sanırım.. Yani öyle arada kalmak, zor gibi.. Dün akşam cilt bakımımdan sonra eve gidip kendimi şımartma seanslarıma devam ettim ve bu filmi izledim, ben çok sevdim.. Aşık olunca hani birden o insan sanki çook uzun süredir tanıdığınız biri gibi olur da önceden tanıdıklarınıza yabancılaşırsınız ya.. ama sonra eskiye dönmek zorlaşır.. yani ilk andan itibaren aynı şeylere güler, aynı şeyleri farkedersiniz.. hani içiçe geçersiniz..  başka bir gerçeklik yaratırsınız, sadece siz varsınız gibi.. ama hiç de kolay değildir yine de gelgitler.. öyle düşündüm işte.. filmin açıklamasındaki şu yorum çarpıcı geldi: "Ya da her zaman söylendiği gibi; aşk, o güne kadar varolan her şeyi unutmak ve yeni bir hayat yaratmak mıdır"..
Ben tekrar izleyeceğim bu filmi.. Zihin yoran ama keyif veren, hoş bir kurgusu var.. dikkatle yoğunlaşmak lazım..

Kendimi Şımartıyorum-Varan 1

Geçen gün kuafördeyken, ki şimdilerde gitmekte olduğum yer; saç dışında farklı farklı pek çok güzelleşme ünitelerini içinde barındıran bir yer, estetisyenlerden biri yanıma geldi ve yılbaşına kadar cilt bakımında bir promosyon olduğunu söyledi..

"Ayy niye bana bunu söylüyor, ihtiyacım olduğunu mu düşünüyor, yaşlandım işte biliyordum, buradaki en kolay satış yapılabilecek kişi benim, hayır diyemediğimi o da farketti, falan filan" gibi iç söylenmeler yapmadan ;) "aaa olabilir gerçekten, şu sıra kendimi şımartmak için ne yapabilirim diye düşünüyordum.. daha sonra arar randevu alırım" dedim.. veee kampanyaları bitmeden dün akşam randevu aldım, gittim.. Daha önce hiç yaptırmamıştım, fikrim yoktu nasıl olacağıyla ilgili.. Randevum 18:30'daydı, beni odaya aldılar.. Bir yatağa uzandım, yanımdaki bir cihazdan uzun bir süre buhar üflendi yüzüme.. sonra orada yaklaşık 30 tane falan kutu vardı kimisi cam, kimisi plastik; sanırım tümünü değişik zamanlamalarla sürdüler, sildiler, bazıları kötü kokuyordu ama genelde hoş kokulu şeylerdi.. sonra maske yaptılar.. yüzüme, boynuma, omuzlarıma ve kollarıma masajlar yaptılar.. acayip bir keyifti.. ben mayışmış öylece yatıyorum.. Çoook huzur verici..

Tekrar yüzüm ılık su ile silindi, kurulandı.. "geçmiş olsun" dedi bir ses.. gözlerimi açtım ama hemen kalkamadım yerimden.. o kadar keyifliydi ki anlatamam.. saat 20:00 idi ben o odadan çıktığımda.. çok güzeldi yaa öyle parmağını bile kıpırdatmadan, bırakmak kendini.. yüzüme masaj yapılması da ayrıca değişik bir deneyimdi benim için.. kendini şımartmak isteyip, nereden başlayacaklarını bilemeyenlere öneririm..

29 Aralık 2009 Salı

Delirium.. Adı Üstünde Deliriyorum..


Dün akşam izlediğim bir film sırasında hatırladım. Annem 2005 Kasım'ında infektif endokardit geçirince ki çoook uzun bir hikayedir, delirium denen, psikiyatride geçici organik akıl hastalığı kategorisinde değerlendirilen bir durum da yaşamıştı.. Aslında bir yüksek tansiyon krizi ile hastaneye gitti, yolda kalbi ve solunumu durduğu için müdahale edildi, sonra kardiyolojik şoka girdi, ardından boynundaki bir damardan kataterle kalbe ilaç verdiler veeeeeeee annem çok şükür ki geri geldi.. Ancak hikaye burada bitmedi.. Bir de üzerine hastanede kaldığımız ilk haftanın sonunda düşmeyen yüksek ateşle ilk belirtilerini gösteren kalp kapağında enfeksiyon, ki adı infektif endokarditti, oldu.. Kabus gibi günlerdi.. İki ay her an annemi kaybetme ihtimali ile geçti.. O günden beri de ne yazık ki, yapılan her tedavide olabilecek tüm komplikasyonlar anneciğimin başına geldi.. Çok şükür ki hala hayatta..

Asıl dün akşam gülümseyerek hatırladığım o deliriumlu günleri anlatacaktım.. Ne tuhaf, üzerinden 4 yıl geçince artık gülümseyebiliyorum, o zamanlar çok ağırdı oysa.. Delirium adeta vücudun ciddi bir tehditle karşı karşıya kaldığında kendini korumak için ortaya çıkarttığı bir bilinç rahatsızlığı. Yer, zaman hepsi birbirine karışıyor, kişi dışarıdan gelen hiç bir uyarana odaklanamıyor, halusinasyonları oluyor, başka bir gerçekliği yaşıyor.. Bir yandan annemin fiziksel sağlığını düzeltmeye çalışıyoruz ki arka arkaya yeni hastalıklar yaşıyor o dönemde, bir yandan da bu psikiyatrik durumu nasıl çözeceğimizi düşünüyoruz kara kara.. Ben haftanın beş günü işe gidiyorum Ankara'da, sonra cuma akşamı çıkıyorum 19:00'daki otobüsle Edirne'ye gidiyorum, iki gün annemle kalıp pazartesi sabah tekrar işe geliyorum.. Bir gün, üzerimde bir t-shirt var, aynen yukarıdaki gibi ama resim Marlyn Monroe değil, başka bir kadın işte.. Neyse.. Otobüsten iniyorum, doğruca hastaneye annemin yanına gidiyorum, delirium tavan yapmış.. Beni görüyor.. "Annecim nasılsın?" diyorum, ellerini tutarak.. Annem yatağında oturuyor ve doğruca benim t-shirt'ümdeki resme bakıyor.. Sonra.. O zaman beni çok ağlatan ama dün akşam hatırlayınca koparan cümle dökülüyor ağzından "siz, ne kadar güzelsiniz" ve elini uzatıp t-shirt'teki fotoğrafın saçlarını sevmeye çalışıyor.. Bana bakmasını sağlamaya çalışıyorum ama olmuyor, o bir süre daha t-shirt'ümdeki kadınla konuşuyor.. Ben konuşuyorum, ama onun için yokum.. sadece t-shirt'ümdeki o güzel kadın var..

Hayat ne kadarını, nasıl algılıyorsak öyle var.. Dün annemin t-shirt'ümle konuşan haline çok güldüm, ama ne yapsındı? Yaşadıkları başetmek için çok ağır şeylerdi.. Bazen anneminki kadar belirgin, bazen hepimizin yaşadığı kadar göze çarpmadan yaşanan ne çok kaçışlarımız var.. Ama hepsi kendimizi daha fazla zarardan korumak için.. Böyle bakınca kendime de yumuşadım :)

Heyooooo


Yaşasııııın.. Yılbaşı gecesi İstanbul'da olacağım.. Hiç ihtimal vermiyordum; olmaz, nasıl olsa vermezler diyordum, hayal de kurmadım sonra üzülmeyeyim diye amaaaaaaaaaaaa 2.Ocak günü için izin verdiler.. Hem de sadece bana değil, tüm çalışanlara..

Ben yılın ilk günlerini İstanbul'da tüketeceğim, çok keyiflendim.. Çok mutluyum.. 31 Aralık'ta akşama kadar çalışıp, sonra koşturarak otobüse yetişeceğim, ardından beş buçuk saat sürecek bir yolculuk yapacağım ama olsun, sanırım 23:59'dan önce orada olmayı başaracağım :)) Derin ve kardeşimle beraber olacağım, yaşasın..

28 Aralık 2009 Pazartesi

Avatar

Dün akşam izledim.. Tek kelime ile muhteşem.. Ben orada yaşamak istiyorum, Pandora'da.. hırstan uzak, ağaçların üzerinde dolaşmak, tüm canlılarla bağ kurmak.. Doğayı dinlemek, içimden ve dışarıdan gelen sesleri tanımak, kendimi kocaman bir enerjinin parçası hissetmek istiyorum. Film gerçekten olağanüstü idi.. Filmde Amerika'nın terör politikasına göndermeler de vardı.. İzleyin, sinema anlayışınız değişsin.. İçinde kalmayı isteyeceğiniz güzel bir masal..

25 Aralık 2009 Cuma

Sömestr'de ne yapalım???


Eveeeeeet arkadaşlar.. acil öneri bekliyorum, kardeşimle Dubai'ye gitmekten vazgeçtik.. Hem çok pahalı, hem de vizeydi, pasaporttu uğraşmak istemiyoruz... Aklımdan geçenler: Antalya, Kıbrıs ya da termal otel seçeneği olabilir. Kar tatili olabilir. Yanımızda 6 yaşında bir de küçük hanım bulunacak, önerilerinizi rica etsem.. Belki daha önce gittiğiniz, çok beğendiğiniz ve bize de önermek isteyeceğiniz bir yer olabilir.. Biz, üç kız, nereye gidelim bu sömestr tatilinde??

24 Aralık 2009 Perşembe

U-ta-nı-yo-ruuuum


Ben yaş aldıkça bunun azalacağını sanıyordum ama öyle olmadı.. Son dönemde yine başladı; her şeyimden utanıyorum.. Söylediklerim, yaptıklarım, görüntüm.. Eve saklandım şu sıra.. Hiç içimden gelmiyor dışarı çıkmak, kimseyle konuşmak, aynaya bakmak.. Aslında neden olduğunu biliyorum ama anlatacak halim yok... Sadece kendimle uğraşıyorum "neden böyle, neden şöyle" diye.. Bir de hep "onu niye böyle yaptım, bunu niye öyle yaptım"larım, "keşke şöyle deseydim, keşke öyle yapmasaydım"larım var.. Ve kendime çok öfkeliyim..

21 Aralık 2009 Pazartesi

Maydanoz Blog Topluluğu..



Neden bir blogum var?? Sanırım bir biçimde "ben de varım" demek için.. Daha önce onay-kabul konusunda yazmıştım.. Blogumun aldığı kabul de beni mutlu etti.. Bir blog dizini var ve benim blogum da şu anda tanıtım için o dizinde..

http://cimcimeblog.blogspot.com/2009/12/turuncu-scack-umut-dolu.html

16 Aralık 2009 Çarşamba

İstanbul.. Ankara.. Kars..


Pazar günü dergi almak için sokağın başındaki gazete büfesine gittim.. Bilmiyordum İstanbul Life'ın İstanbul dışında da satıldığını, tuhaf da geldi.. Ankara'dayken ya da başka bir yerdeyken niye okuyalım ki İstanbul'da hangi cafe ya da restaurant açılmış, ya da nerede ne olmuş, ne gösterilmekteymiş.. Ama küçük bir cep ajandası veriyordu, içinde İstanbul fotoğrafları olan, ben de aldım.. İçinde yazıyordu; Başkentten İstanbul'a transfer: Big Chefs.. Bilmiyordum Big Chefs'in Ankara markası olduğunu.. Gerçi nereli olduğunun ne önemi var?? Offf benim feci halde İstanbul'um geldi.. Bugün oraya ışınlanmak istiyorum.. Özledim şehri ve ailemi..

Ama asıl o derginin bana hatırlattığı başka birşey oldu.. Ben 2006 Aralık'ta ameliyat olduktan sonra, 3 ay rapor verilmişti ve canım çok sıkılmıştı evde.. Bir de tabii kendime göstermek istiyorum; eskiden yaptıklarımı halen yapabildiğimi.. Tutturdum Erzurum Expresi ile Kars'a gideceğim, sonra otobüsle aynı yolda, her şehir merkezinde konaklayarak geri döneceğim, oraları kış aylarında göreceğim diye.. Neyse aldım biletimi, taşıyabileceğim kadar da eşyayı yanıma, Şubat 2007'nin oldukça karlı bir gününde çıktım yola.. 21 saat süren bir tren yolculuğu sonunda, diz boyu karın içinde, Kars Merkez İstasyonu'na indim.. Elimde çanta, halen acıyan ameliyat yerlerime inat, karda bata çıka yürüyüp bir taksi bulup, doğruca öğretmenevine gittim.. O gün çok soğuktu hava ve ben titredikçe ameliyat yeri daha fazla acıyordu, kapattım kendimi öğretmenevinin içindeki dinlenme salonuna.. Kimsecikler yok öğretmenevinde, kimse gelmemiş o havada Kars'a.. Neyse bir yandan gazete okuyor, bir yandan sokakta oynayan çocukları seyrediyor, bir yandan çay içiyorum.. Televizyonun sesi de uzaktan geliyor ama rahatsız etmiyor.. Çok huzurluyum.. Sokaktaki çocukların üstlerinde öyle ince şeyler var ki şaşırıyorum üşümemelerine.. Kazlar var sonra.. Çocuklar, kazlar, köpekler hepsi bir arada, sokakta.. Yoksulluk hemen farkediliyor; yamalı dizlerden, kısa kalmış, yıpranmış pantalonlardan, orası burası sökülmüş kazaklardan.. Sonra birden ben pencereden bakıp sokağı izlerken, kulağımda bir cümle yankılanıyor: "Whiskas.. kedinizin tercihi".. Televizyonda bir reklam.. Sonra devam ediyor ve kedilerin ihtiyacını bilen markayı övüyor.. Sokağa bakıyorum.. Çocuklar, kazlar, köpekler, kar, çamur, soğuk.. Onların ihtiyaçları??? Kars'ta o reklam o kadar alakasız ki.. O reklam İstanbul için, Ankara için ya da başka bir büyük kent için, orada yaşayan bazı insanlar ve kediler için.. O reklama da, markaya da öfkelendim o gün, üzüldüm gördüğüm yoksulluğa, kendimi suçlu hissettim..

Acaba İstanbul Life, Kars'a da gitmiş midir? Okuyanlar ne hissediyordur, pencereden gördükleri yoksulluğa bakarken???

Bir yıl bitiyor..


Bir yıl bitiyor, bu yıla dair umutlar, hüzünler, mutluluklar hepsi anı oluyor birer birer.. 2010 geliyor ve ben 40 oluyorum 4 ay sonra.. ne zaman bu kadar yaş aldım, nasıl devirdim 40 tane seneyi arka arkaya? dönüp baktığımda çocukluğum, lise, üniversite ne kadar yakın duruyor aslında.. Ama 17 yıl bitmiş, üniversite biteli.. Böyle hesap-kitap işine dalınca, ister istemez neler oldu hayatımda diye de düşünüyorum. Neredeyse 40 yıl süren bu yaşama neler sığdı??? Bir sürü aşk bir kere :)) Ben kolay aşık olurdum.. 2008'de sakatlandı bu aşık olabilme potansiyeli.. neyse hala bende nasıl olsa, tekrar harekete geçeceği günü bekliyorum, belki 2010'da o gün gelir :)) Sonra sevgi ile sarmalayan, güzel dostlar- dostluklar, abla olma, teyze olma, anneni kaybedeceğinden çok ama çok korkma, İstanbul-Ankara arasında tenis topu misali git-geller, her iki şehirde de kurulmuş dostluklar ve çalınabilecek bir sürü kapı, bir evlilik, bir boşanma, pek çok öğrenci, üç kıtada 12 farklı ülkeyi görme şansı, hiç de fena olmayan çoğunlukla mutlu çalıştığım 4 farklı işyeri, desteksiz ayakta kalmama fazlasıyla yetecek kadar kazanç, katıldığım güzel eğitimler, alınmış pek çok sertifika, bir sürü konferansta yapılmış sunumlar, huzurlu bir ev, harika bir kardeş, dünya tatlısı bir yeğen, ellerinden gelenin en iyisini yapan bir anne-baba, bir kalp ameliyatı, uzatmalı bir yüksek lisans macerası, iki gezi kitabında ve bir kaç dergide basılmış gezi yazıları.. Bunlar hemen aklıma gelenler.. Daha ne çok şey var aslında hayatın muhasebesini çıkartmaya çalışınca ve hepsinden bana kalan, öğrendiğim ne çok şey var; beni ben yapan...

2009 başında kendi kendime bir yazı ile sahip olduğum ve bu yüzden kendimi şanslı hissettiğim şeyleri sıralamıştım. Az önce o listeye tekrar baktım sahip olduklarımı hatırlamak için ve HAYATIN GÜZEL SÜRPRİZLER GETİRECEĞİNİ BİLİYORUM, UMUDUM VAR demişim.. Şu sıralar biraz kafam bulanıklaşsa da UMUT hep var, ne güzel..

Bir de kar yağarsa, bir de yılbaşı gecesi İstanbul'da olursam çok ama çok güzel olmaz mı???

10 Aralık 2009 Perşembe

Son Günler..


Yılın son günleri, her yer ışıklandırılmış, süslenmiş.. Ben bu yıl da ışıkları görünce neşelenmiyorum.. Galiba feci halde büyüdüm.

Bu sıralar ne yapıyorum?? Çalışıyorum, işe gelmek mecburiyetten.. Eve gidiyorum, her akşam bir dizi ya da film izliyorum, elime de alıyorum örgümü.. Aslında herhangi bir amaç için örmüyorum.. Örüyorum, belli bir uzunluğa geliyor söküyorum.. Arada bir, bir kaç arkadaşımla sohbet ediyorum, biryerlere gidip çay-kahve birşeyler içiyorum ya da yemek yiyorum, bazen yürüyorum.. Bir de uyumadan önce mutlaka okuyorum.

Bu yıl böyle bitiyor.. Aktivitelerim: çalışmak, yemek, içmek, tv-film izlemek, örmek, okumak, uyumak, sohbet etmek, yürümek..

Çoğu zaman diyorum ya "işyerinde çok zaman geçiriyorum, kendime zaman ayıramıyorum" ayırsam ne yapardım çalışmanın dışında?? O zaman farklı hisseder miydim??

Sanırım çoğu kişi de aşağı yukarı bunlara benzer şeyler yapıyor.. Peki ama ben neden içimdeki boşluk duygusunu dolduramıyorum???

7 Aralık 2009 Pazartesi

Çocuk Bilge.. Derin..

Bayramda her zamanki gibi yine İstanbul'daydım, yine kardeşimle, yine yeğenim Derin'le.. Ben Derin'den çok şey öğreniyorum ya da o öyle birşey yapıyor ki "haaaa doğal olanı buymuş demek" diyorum.. Bu bayram tam dönüş yolculuğumun öncesi Derin'le acele içinde yolda yürürken bir yandan da montunun fermuarını çekmeye çalışıyordum, üşümesin diye.. Sonra öyle birşey oldu ki Derin çığlık attı ve ağlamaya başladı, ben yanlışlıkla fermuara çenesini sıkıştırmıştım. Tahmin edebiliyor musunuz ne kadar acıdığını??? Ben hemen eğildim, sarıldım ona, nasıl ağlıyor can acısıyla.. Küçücük bir alan ama oradaki deri hafifçe sıyrılmış ve kanıyor... Sarıldım kuzucuğuma ve diyorum ki "Derincim.. çok özür diliyorum teyzecim, farketmedim.. gerçekten çok üzgünüm.." Yanımızdan insanlar geçiyor, Derin bana, ben ona sarmaş dolaş.. Bana dedi ki küçücük kuzucuğum: "Teyze biliyorum senin suçun değil, ama çok acıyor".. Gözlerim doldu, birinin bana bunu söylemesine ne çok ihtiyacım varmış meğer.. Benim suçum değil :)))

Bu sözleri duyunca ilk aklıma gelen diğer şey: Derin gerçekten acısına ağlıyor..

Benim başıma çok sık gelir mesela, siz de yapıyor musunuz bilmiyorum? Birşey olur canım yanar, fiziksel ya da duygusal.. Üzülürüm, ağlarım belki.. Sonra özür dilenir, ama ben yine ağlarım bu sefer kızarak.. Kızarım, oysa karşımdaki insanın elinden özür dilemekten daha fazlası zaten gelmiyordur, olan olmuştur bir kere sonuçta.. Ama ben, dikkat etmedi diye kızarım, özenli olmadı diye kızarım, saygı duymuyor diye kızarım, değer vermedi diye kızarım, kızarım da kızarım.. Sonra kendimi çaresiz hissederim bir de, bu durumlarla ilgili.. Derken bir bakarım acıma ağlamıyorum, öfkeden ve çaresizlik duygularımdan ağlıyorum.. Oysa doğalı; acım bitene kadar ona ağlamak değil mi??

Hem de birine "biliyorum sen de istemezdin benim canımı bu kadar yakmayı ama çok acıdı" demek ve ağlamaya devam etmek daha kolaylaştırmaz mıydı acıyı bitirmeyi, iki kişi için de??

Sonra Derin'in acısı geçti, güle oynaya yürümeye devam ettik.. Ama annesini görünce de nazını yaptı.. şefkati aldı :))

Aslında ÇOCUKken hepimiz daha BİLGEyiz sanırım, sonra törpüleniyor bunlar.. Adına da büyümek deniyor.. büyüyoruz.. daha öfkeli, daha umutsuz oluyoruz..

2 Aralık 2009 Çarşamba

Denge..


Azıcık denge istiyorum, diğer adı huzur.. Öyle ayaklarım yerden kesilmesin mutluluktan ya da bir anda gözlerim dolmasın gördüğüm, duyduğum, okuduğum herhangi birşeyden dolayı.. ben şimdi ve burada, sadece SIFIR NOKTASI'nda olmak istiyorum, ne artıda ne de ekside.. Tam sıfırda.. Şimdi ve burada..

19 Kasım 2009 Perşembe

Var Mıyım? Yok Muyum?


Martin Buber diyormuş ki: "Bir insanın varlığını ancak "öteki" teyidedebilir.."

Şu sıralar Gestalt Terapi eğitimim için hazırlayacağım ödevle meşgulüm. Her iki ayda bir, üç gün bir araya gelen bir eğitim grubuna devam ediyorum ve olağanüstü bir yaşantıya bırakıyorum kendimi bu eğitimlerde.. Bir ay önce 4. Modül'ü aldık: Diyalog

Şu anda hem kuramsal açıdan, hem de kendi yaşantılarım açısından "diyalog"la yatıyorum, "diyalog"la kalkıyorum.. yanlış anlaşılmasın, henüz ödeve dair tek satır çıkmadı ama zihnim dolu, sürekli düşünüyorum..

"İnsanın doğumundan ölümüne onaylanma ihtiyacı vardır" diyor okuduğum makale. Özellikle ilk bakımı veren kişilerin onayı (ki bu durum, bilmediğimiz birşey değil).. Kişi ancak bu "evet"i aldıktan sonra kendi zeminini oluşturabilir ve çevrenin mutlak onayından yeterince bağımsızlaşır. Ne olduğu için onay alamayan kişi, diğerlerinin beklentilerine uygun kimlikler geliştirir. İnsanlar üzerinde "etki" bırakmayı öğrenir. "Spontanlık" yerine "görünüş" gelişir. Bu durumda gerçek benliğine yabancı ve uzaktır. Onay; kişiyi dikkate almak, ona varlığını hissettirmektir.

Sonra düşündüm; daha bir hafta önce ağlaya ağlaya, bana "annemin benimle gurur duymasını istiyorum" dedirten şey, o "evet"i hissedememem mi? Yoksa yaptıklarımı, yaşadıklarımı kabul etmemesi mi?

Kafam karıştı kabul ve onay konusunda.. Kabul gerekli değil diyordu makale, hatta olmayabilir ve olmadan da onay yaşanır.

Varlığımı, sadece görüntümü değil, ötekinin teyidetmesi!! Yani en utandığım, en derine gömdüğüm, yüzleşmekten korktuğum ama farkedilmeyi ve onaylanmayı bekleyen tarafımla varlığım.. Onlar dışarı çıkıp onaylanmadıkça ben aslında yok muyum?

14 Kasım 2009 Cumartesi

12 Kasım 2009 Perşembe

Facebook ve Yararları

Dün facebook'u çok sevdiğime karar verdim.. Yıllardır hiç haber alamadığım ama acaba şimdi ne yapıyordur diye aklıma gelen, kitaplığımdaki Balık İzlerinin Sesi'ne gözüm takıldığında hep özlemle anımsadığım, bana bu kitabı hediye ederken "ağaç vardır, insansa var olur" sözlerini yazıp kendi varoluş öyküsüne beni de incelikle katan, çok sevdiğim biri facebook'tan çıktı geldi.. Beni buldu.. Ne iyi yaptı :) Dün ve bugün bana yazdıklarını tekrar tekrar okuyup, onu bir an önce görme isteğimi körüklüyorum.. Bazen teknoloji yüzünden kaçacak hiçbir yerimizin kalmayışı/olmayışı durumuna kızıyorum ama bu sefer Yaşasın Teknoloji!!

Tekrar Mersin

7.Kasım cumartesi günü Pınar ve Barış'ın nişanı vardı, daha önce evlilik teklifini ve isteme faslını anlatmıştım, şimdi adım adım evlendiriyoruz onları :) Ben, cuma günü yine 16:30 Adana uçağı ile, ancak nişana yetişebilecek gibi gittim. İki seferde de öncesini kaçırmak üzücü oldu ama en azından tam zamanında oradaydım. Herşey muhteşemdi.. Ama benim için en heyecanlı bölüm nişan kısmının sunuculuğuydu.. Pınar, perşembe günü, benden nişan töreni kısmında konuşma ve sunuculuğu yapmamı istedi. İlk tepkim tahmin edeceğiniz gibi "olmaz ben yapamam"dı. Ama canım Pınarcım, "olur mu yaparsın" dedi.. Sonra en can alıcı cümle geldi, "aslında emrivaki değil tabii ki, yapmak istemezsen başka birinden de isteyebilirim ama ben senin yapmanı çok isterim".. Her zaman motive etmeyi bilir benim arkadaşım :) Ben bu konuşmanın ardından, bu özel görev için seçilmiş olan özel kişi olmanın gururuyla çok istedim o konuşmayı yapmayı.. Ama içimde de hep "ben usul erkan bilmiyorum, ya hoşa gitmezse" gibi bir kaygı.. bu kaygı ile nişan öncesindeki iki gece uyuyamadım.. Nasıl heyecanlıyım anlatamam.. Sonra Barış'ın arkadaşı Özcan da dahil oldu sunuma, biz iki sunucu nişan törenini başlattık.. Özcan'ın da olması kaygımı biraz hafifletti ama herhalde Pınar ve Barış kadar heyecanlıydım ben de.. Konuşmamızda sunuculuk için nasıl seçildiğimizi, bize hangi duyguları yaşattığını, arkadaşlarımızı nerede ve nasıl tanıdığımızı anlattık.. Ne söyledim hatırlamıyorum ama sonradan gelen yorumlar gülümsetti beni.. Bu arada biz aileleri ve çifti davet ettiğimizde nişan tepsisinin hazır olmadığı bilgisi geldi.. Tabii deneyimli sunucular olsaydık, öncesinde herşey hazır mı bir kontrol ederdik.. Ama maalesef hem Özcan'ın hem benim ilk deneyimimizdi bu.. Durum böyle olunca, tepsi gelene kadar babalar ve çiftimiz de konuştu.. Çok eğlenceliydi.. çok sıcaktı herşey.. Nişan bittikten sonra gece devam etti.. Sabah kaçta yattım bilmiyorum ama hatırladığım detaylar: nişanda içtiğim bir sürü kırmızı şarabın üstüne iki votka daha içtim, bir ciğerciye gittik, sanırım ben de ciğer yedim, diş fırçam yanımda olmadığı için bir kriz yarattım, neyseki Mustafa ve Eren sayesinde gecenin o saatinde diş fırçası aldım ve dişlerimi fırçaladım.. Sabah uyandığımda üstümü değiştirmiştim ama hangi arada bunu yaptım bilmiyorum :))) Sonra Pınar'lara gittik, balkondan ayrılamadık.. yine sıcacık bir aile, dostlar, muhteşem ikramlar vardı ve denizin seyri çok güzeldi.. Havaalanına gidene kadar kalkamadık yerimizden..

Mersin, güzel ama parça parçaydı.. Mustafa'nın dediği gibi "barış gelmiş, hiç gitmemiş" olsun.. Sadece Mersin'e değil, heryere..

9 Kasım 2009 Pazartesi

Biliyor Musunuz?


Çocuklar en çok annelerini, babalarını, bir de uzakta olan teyzelerini severmiş :)

Ben de kuzucuğumu ve teyze olmayı seviyorum, Derin'in beni sevmesine bayılıyorum :)))

28 Ekim 2009 Çarşamba

Mersin'de Bir Haftasonu

Çok yakında ufukta yeni bir Mersin yolculuğu görünse de ilkinin bana yaşattıklarını yazmadan ikinciyi anlatmak istemedim.. Aslında bir süredir yazayım diyorum ama olmadı bir türlü.. Neyse :) 17 Ekim'de Mersin'deydim, 18 Ekim akşamı da tekrar döndüm Ankara'ya.. 24 saat bile sürmeyen bu kısa yolculuğa; büyüyen iki ailenin mutluluğu, benim aile dışından ama çok da "içten" tek kişi olarak dahil oluşumun verdiği mutluluk ve gurur, depreşen anılarım, biraz burukluk ama çokça sevinç, özlediğim deniz, sıcak ve nemli hava, ilk kez tadına baktığım lagos, dostluk, aidiyet gibi çok değerli şeyler sığdı.. Ama en çok Pınarımın ve sevgili Barış'ın heyecanı :) çoğu zaman benim de kalbim kulaklarımda gümlüyordu.. Pınar ve Barış evleniyorlar, o haftasonu, bu mutluluğun iki aile arasında geleneksel olarak yapılması beklenen ama hiç de geleneksel olmayan, çok güzel cümlelerle ifade edildiği konuşmaları dinlemek muhteşemdi.. Sonra kocaman, sıcacık bir aile ile huzurun, gülüşmelerin, dostluğun eşliğinde bir minibüse doluşup Narlıkuyu'ya gitmek, ardından uçağa yetişme telaşı içindeyken evde kalan muhteşem yiyecekleri ganimet toplayan korsanlar edasıyla çantalara dolduruşumuz ve kahkahalarla yola çıkışımız.. Bana kalan duygu HUZUR.. Anlatırken en çok anımsadığım ve hala içimi dolduran :)

5 Ekim 2009 Pazartesi

Bana İyi Birşeyler Oluyor :)


Evet yaaa.. ne oluyor bilmiyorum ama yüzümde bir gülümseme, içimde her an iyi birşeyler olabilecekmiş hissi.. içim içime sığmıyor, güzel güzel heyecanlanıyorum :)) sanki aşık olmuşum ama yok öyle birşey :) çok iyi hissediyorum kendimi... sanki bıraktığım yerden başlıyorum hayata; belki ne istediğimi, neye ihtiyacım olduğunu bilerek ve bu ihtiyaçları karşılamaya yönelerek.. yine canımı sıkan şeyler olacak mutlaka ama başka, başka şeyler olacak, bir süredir hep aynı şeylere sıkılmaktan ve aynı şeylere sıkılan kendimden sıkılmışım sanırım.. şimdi hayattan keyif almaya hazır hissetmek belki de yüzümdeki gülümsemeye neden oluyor :) yaşamak çooook güzel :))))

15 Eylül 2009 Salı

Okul Açıldı


Dün küçük bir törenle okulumuzu açtık.. Malum, bu hafta anaokulu öğrencileri için uyum programı uygulanıyor.. Yeni öğrencilerimiz, anne ve babalarının ellerini sıkı sıkı tutarak girdiler sınıflarına dün.. Bugün de ikinci kez okullarındaydılar.. Bu dünya tatlısı Ece Nehir Özgün.. Dün anne ve babası ile merdivenleri çıktı, benim odamın bulunduğu katta merdivenlerin başında karşılaştık, bana sarıldı ve sonra "ben seninle resim çektirmek istiyorum" dedi.. Fotoğrafımızı görüyorsunuz..

Bugün daha ikinci günleri ve sınıflardan birine "gününüz nasıl geçiyor çocuklar" demek için girdim, birden kızlardan biri koşarak geldi ve bana sarıldı, onu gören üç kız daha sarıldı, çevremde çocuklardan bir halka :)) ben kendimden geçmiş, mutluluk içinde.. Çok uzun süredir kendimi bu kadar iyi hissetmemiştim :))

Gerçekten çok şanslı hissediyorum kendimi, Derin'i çok özlemek ve ona doya doya dokunamamak çok üzüyor beni ama bu kadar çok çocukla ve onların içtenliğiyle kuşatılmış olmanın da ayrı bir onarıcı, insanı yaşam coşkusu ile dolduran yanı var.. Bir de büyük sorumluluk tabii.. Yaşamlarına güzel mesajlar katabilmek.. Umutlu ve mutlu büyütebilmek onları..

Derin de dün okula başladı, yakında gittiğimde haberleri alacağım ondan.. Dün çok yorgundu konuşmak istemedi benimle..

12 Eylül 2009 Cumartesi

İhtiyaçlar ve Utanç.. Kısaca uyuyakaldım, çok utanıyorum...


Hayatımda ilk kez böyle birşey yaşıyorum.. Nasıl oldu anlayamadım, o Ankara-İstanbul arası gidip geldiğim, günde 2 saat uyuyabildiğim tez dönemi dahil, hatta geçen yılki uykusuz dönem dahil hiç böyle birşey yaşamamıştım.. Ben bugün uyuyakaldım ama öyle böyle değil... Düşünün sabah çalan saati duymamışım, sonra Pınar ve babası gelmiş, kapıyı vuruyor, o sesi taaaaaaaaaaa neden sonra duyuyorum.. Sonra kapıyı açıyorum merakla, Pınar neden sabah sabah kapımı yumrukluyor anlayamayan gözlerle.. Pınar bana diyor ki "hatun! okulun seni arıyor" benden cevap "neden ki?", Pınar "çünkü çalışman lazımmış" diyor, ben gayet içtenlikle "ama bugün pazaaaar".............. Offffffffffff aman Tanrım, sonra Pınar'dan geliyor bomba cevap, "hayır olur mu, bugün cumartesi" ama ben hala inanmıyorum, düşünsenize servis beni 07:20'de alıyor evden, o an ise saat 09:30 ve ben hala bağlantıları kurmaya çalışıyorum.. Sanki rüyadayım.. Yok yok şaka olmalı.. Panikle okuldakileri arıyorum, herkes çok kaygılanmış.. Sonra Pınar ve babası gidiyorlar, onlardan çok utanıyorum.. Tanrım, okula nasıl gideceğim, öyle panikledim ki neyse okuldan almaya geldiler ve ben her sabah en geç 08:00'de başında olduğum işimin ancak 11:30'da başında olabiliyorum ve çoooooook utanıyorum.. Gerçekten bir delik bulsam ve içinden hiç çıkmasam..

Gerçek şu ki çok yoğun tempolu, uzun saatler süren ve haftanın altı gününe yayılan bir iş yaşantım var. Sadece pazar günleri tatil yapmak maalesef kesinlikle yetmiyor, çünkü hep yapmam gereken bir sürü şey oluyor ve onları yarılayamadan gün bitmiş oluyor...

Bir süredir sosyalleşme gibi bir ihtiyacımın da olduğunun şiddetle farkındayım, bir de birazcık arkadaşlarıma zaman ayırınca, yorgunluk iyice çöküyor.. Gerçekten uykuya çok ihtiyacım vardı, hatta bilincim, bedenim hepsi beraber güzel bir oyun oynadılar bana ve ben bugün 2,5 saat ekstradan uyudum... Tamam ihtiyacımı karşıladım ki dün akşam sosyalleşme ihtiyacımı da karşılamıştım.. Sabah da uyudum mışıl mışıl ama neden bu kadar utanıyorum şimdi. Çünkü sorumluluğumu yerine getirmedim ve beni bu duruma düşürenler utansın diyerek sorumluluğu başkasına da atamıyorum.. ÇOK UTANIYORUUUM..

11 Eylül 2009 Cuma

Meditasyona Başladım


Eveeeet, buradan duyuruyorum herkese.. Ben bir ay önce meditasyon yapmaya başladım. Şimdilik sadece 20 dakika sürdürebiliyorum ama bu bile daha huzurlu uyumama yardımcı oldu.. Önceleri yerde, sırtım dik oturmak çok zorlayıcıydı, 20 dakika bile sırt ağrılarına sebep oluyordu. Sonra Tchibo'da meditasyon minderi diye bir ürünün satıldığını gördüm. İçinde kabuklu buğdaylar var.. Bir süre almamak için direndim ama sonra meraktan aldım.. Gerçekten de oturuşun çok dengeli olmasını sağlıyor.. Daha önce hiç ilgimi çekmediği için farkında da değildim bu tip ürünlerin, yoga için de yine kabuklu buğday dolgulu yastıklar var.. Görünce ilginç geldi..

Eski mp3 çalarımın kayıt fonksiyonunu kullanarak, bir meditasyon yönergesi okuyorum, nefes alışlarımı düzenleyecek adımları ve huzur verici hayal çalışmalarını içeriyor metinler.. Sonra odama mumlar yakıyorum, kuruluyorum minderimin üzerine ve gözlerimi kapatıyorum... Benim için değişik bir yolculuk oldu, kendi sesimle başbaşa kalmak :)

10 Eylül 2009 Perşembe

ZAMAN

Uzun bir süredir elimde Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi ile dolaşıyorum.. Biliyoruuum geçen yıl çıktı ve ben geç kaldım okumakta.. Ama geçen yıl bir sürü şeyi, tabii ki kitap okumayı da ertelediğim bir dönemdi, o zaman ihtiyaçlar farklıydı.. şimdi ise tekrar inanılmaz bir açlıkla okuyorum ve bu durumdan çok mutluyum.. Elimde uzun süre kalmasının nedeni aslında sürüklenerek okuyamamak değil, sadece öyle bir açgözlülük içindeyim ki sanırım şu sıra yedi tane kitap eşzamanlı okunmaya çalışılıyor tarafımdan.. Neyse dün akşam eve geldiğimde, zamanımı Masumiyet Müzesi'ne ayırdım.. 310. sayfada "zaman" altbaşlığı ile okuduklarım beni çok etkiledi...

"(...)
 bu büyük zaman parçasından, binlerce günden rahatlıkla söz etmeme şaşan okurlar için, zamanın ne kadar yanıltıcı bir şey olduğunu biraz anlatabilmek, bir kendi zamanımız, bir de herkesle paylaştığımız "resmi" zaman olduğunu belirtmek isterim. (...) Alman yapımı, zarif ahşap kutulu, sarkaçlı, cam kapaklı, gonglu büyük duvar saatinden başlayayım. (...) kapının hemen yanında asılı duran bu saatin görevi zamanı ölçmek değil, evin ve hayatın sürekliliğini bütün aileye hissettirmek ve dışarıdaki "resmi" dünyayı hatırlatmaktı. (...) "Bırak tıkırdasın işte, kimseye zararı yok," derdi bazan Tarık Bey karısına, "evin ev olduğunu hatırlatıyor."(...) Bu bakımdan, bu duvar saati zamanı hatırlamaya, yani şeylerin değiştiğini arada bir düşünmeye değil, tam tersi, hiçbir şeyin değişmediğini hissetmeye ve inanmaya yarardı.
(...)
Hep aynı şekilde tıkırdayan saat, bu tıkırtıyı her an fark etmesek de evin, eşyaların, masada oturup yemek yiyen bizlerin değişmediğimizi, hep aynı kaldığımızı hissettirerek bizlere huzur verirdi.
(...)
Aristo, Fizik'inde "şimdi" dediği tek tek anlar ile Zaman arasında ayırım yapar. Tek tek anlar, tıpkı Aristo'nun atomları gibi bölünmez, parçalanmaz şeylerdir. Zaman ise, bu bölünmez anları birleştiren çizgidir. Zaman'ı, şimdileri birleştiren çizgiyi, (...) ne kadar gayret etsek de, aptallar ve hafızasızlar hariç kimse bütünüyle unutamaz. Hepimizin yaptığı gibi mutlu olmaya ve Zaman'ı unutmaya çalışabilir ancak insan. (...) bu gözlemlerime dudak büken okurlar, Zaman'ı unutmak ile saati ya da takvimi unutmayı birbirlerine karıştırmasınlar, lütfen. Saatler ve takvimler, bize unuttuğumuz Zaman'ı  hatırlatmak için değil, başkalarıyla olan ilişkimizi ve aslında bütün toplumu düzenlemek için yapılmışlardır, böyle de kullanılırlar.
(...)
Yaşadığım hayat, Zaman'ı, yani Aristo'nun şimdi dediği anları birleştiren çizgiyi hatırlamanın çoğumuz için pek acı verici olduğunu bana öğretmiştir. Anları birleştiren (...) çizgiyi gözümüzün önüne getirmeye çalışmak, hem çizginin kaçınılmaz sonucunu, ölümü hatırlattığı için hem de çizginin kendisinin -çoğu zaman hissettiğimiz gibi- pek bir anlamı olmadığını yaşımız ilerledikçe acıyla kavradığımız için üzer bizi. Oysa "şimdi" dediğimiz anlar, (...) bazan bir yüzyıl yetecek kadar mutluluk verebilir bize.
(...)
Benim için mutluluk, (...) unutulmaz bir anı tekrar yaşayabilmektir. Hayatımızı Aristo'nun Zaman'ı gibi bir çizgi olarak değil de, böyle yoğun anların tek tek her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında sekiz yıl beklemek bize alay edilebilecek bir tuhaflık, bir saplantı gibi değil, şimdi yıllar sonra düşündüğüm gibi Füsunların sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu gece gibi gözükür.
(...)"

Kıssadan hisse: Öneririm, okuyun, sonra da konuşalım :))

http://www.masumiyetmuzesi.com/public/mm.htm

9 Eylül 2009 Çarşamba

Fortune Cookie


Aslında 3.Eylül'de hemen yazmayı istemiştim ama şu sıra okul çok yoğun, zihnim yoğun.. toparlanıp yazamadım bir türlü.. Ben 3.Eylül sabahına çok mutlu uyandım, gece uyurken içim mutluluk doluydu, sabah da gülümseyerek gözlerimi açtım :)))

2.Eylül, sevgili ortağım, canım dostum Pınar'ın doğum günüydü. Ben organizasyon işlerinde kötüyümdür, ama canım benim yine de bana güvendi ve parti için aranacaklar listesini gönderdi.. Neyse ben aramam beklenen kişileri aradım.. Veee biz Film Grubu (daha sonra bu grup hakkında açıklamalar yapabilirim belki eğer üşenmezsem tabii), o akşam çoğunluğu yakaladık davetliler arasında.. Organizasyonun diğer ayağı da Barış tarafından yapıldı ki kendisi organizasyon içinde organizasyon yapmış hepimize :))

Neyse biz o akşam GOP'taki QuickChina'da buluştuk.. Sohbeti bol bir akşamdı.. Yemeklerimizi yedik, iş pasta ve mum üfleme faslına gelmeden Barış ve arkadaşları bir süreliğine ortadan kayboldu.. Sonra onlar masaya döndü, bir süre sonra Pınar'la Barış'a tabak içinde, bize ise kase içinde dilek kurabiyelerimiz geldi.. Herkes kurabiyelerini aldı, Pınar da tabağındaki kurabiyelerden tabii ki.. Sonrasını anlayamadım, birşeyler oldu Pınar'ın kurabiyesinden turuncu bir kağıt çıktı :))))))))))) Ben hiiiiiiiiiiiiiiç anlamadım, Pınar'a şımarmaya çalışıyorum.. taaa ki Mustafa bana "dur, orada başka bir film yaşanıyor" diyene kadar.. Sonra kafamı bir çevirdim, masanın altında Pınar'ın parmağına bir yüzük takıyorlar :))))))))) Muhteşemdi yaaaaaaaaaa.. Pınar'ın kurabiyesinin içinde muhteşem bir şiir, bir de yüzük varmış onu bekleyen :)))) Sonra şiiri de ikisinden dinledik..

Çok romantik ve çok güzeldi.. Ben bir evlilik teklifine ilk kez tanık oldum.. Barış hepimizi "yaşamımızın sonuna kadar birlikte olmak istediğimiz kişilerle de paylaşmak istedim bunu" diyerek çooooooooooook onurlandırdı.. İyi ki bizimle paylaştı :))

Hala hatırladığımda yüzümde aynı gülümseme.. Çok mutlu oldum, bambaşka bir enerjiyle doldum..

Şimdi sırada Mersin'de yaşanacak iki önemli olay var, ben de orada olacağım........... Çok güzeeeeeeel.. Sonra da düğün :) Yaşasın!!

O akşam biz hem geçmişe dair birşeyi Canım Pınar'ımın doğumunu hem de geleceğe dair birşeyi kutladık... Geleceğinize dahil olmaktan çok mutlu oldum :)))

Zeynebin defteri

Kardeşimin bir arkadaşı var, Zeynep.. Birkaç kez telefonda konuştuk, bana eski kiracımın başıma açtığı (ya da kendi başıma açtığım mı desem) konularda hukuk danışmanlığı yaptı sağolsun.. Henüz karşılaşamadık ama Zeynep'in hayatımda keyifli bir yeri oldu, o bundan habersiz muhtemelen.. Artık her sabah güne onun bloguna bakarak başlıyorum.. Çok gülüyorum yazdıklarına.. Hani başka hiç derdim yokmuş sadece allığımı hangi marka fırça ile sürsem diye düşünen bir kadınmışım gibi :))) hoşuma gidiyor bu duygu.. Zeynep'in blogunda kadınlara çekici gelecek pek çok bilgi var bence.. Ayakkabılar, çantalar, makyaj fırçaları gibi.. ama başka şeyler de var ne bileyim mesela yelkene gitmiş onu da yazmış, Bükreş macerası, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, bir de İstanbul'da gündemde neler var gibi konular.. Çok sevdiğim şehrimi canlı takip etmemi sağlıyor.. Teşekkürler Zeynep :) Ankara'ya geleceğin, ben de kalacağın günü iple çekiyorum, seni tanımaktan mutluluk duyacağım..

işte o blog:

socialmariposa.blogspot.com

16 Mart 2009 Pazartesi

Derin'den İnciler

Bizi gülümseten inciler...

**************
Derin: Anne biliyormusun Kuzu’nun soyadı da “Yıldırım”
Anne: Aaaa ne güzel benim gibi
Derin: Evet. Ama benim “Koç”
Anne: Evet canım Kuzu benden almış soyadını, sen de babandan.
Derin: Hayır ben Koçbank’tan aldım….

:))))
*****
Derin: Anneeee ben süslü şeylere haryan kalırım, çünkü kızım yaaa

:))))
*****************
Derin: Anne keşke ben balık olsaydım.
Anne: Neden annecim?
Derin: (Dudaklarını büzüp) Dudaklarım böyle kırmızı olurdu, hem de jimnastiğe ya da yüzmeye gitmek zorunda kalmazdım …..
Anne: eeee annecim balık suda yaşıyor…
Derin : ????

:))))))
***************

Derin: Anne neden ben “rormal” diyemiyorum ….
***************
Derin: Anne “perisüt”e binelim birgün…
***************
Anne: off çok başım ağrıyor kızım
Derin: Anne senin vücut sistemine baktırmak gerek eskimiş galiba…

:)))))))

Derin'den



Bana, ocak ayında, okul gezisi ile gittiği postaneden bir kart yolladı.. Küçük de olsa, bir çocuk sayesinde öğreneceğiniz çok şey var.. O gün Derin, bana, mutluluktan gerçekten ağlanabileceğini öğretti..

Bu kart, onun en sevdiği kart.. Ve evde bu değerli kart ya buzdolabının üstünde ya da başka bir özel yerde sergilenirdi, şimdi artık benim en değerli şeylerimden biri oldu :)


En Sevdiğim: Derin


Derin, canım kardeşimin kuzusu... Benim sevgilim.. Hepimizin neşe, coşku kaynağı.. Kuruyup çatlamış ellerime bakıp "Teyzeeee, senin ellerin neden yaşlı eli gibi olmuş?" biçiminde ya da annesinin nişan fotoğrafını görüp, fotoğraftakileri sıralarken "annem gelin, babam damat, teyzem dansöz olmuş" şeklinde yüzümüze "kral çıplak" diyen.. Bunu söylerken de hep gülümseten.. Özellikle, "teyze sen ne zaman geleceksin?" sorusu içten içe beni en keyiflendiren.. Canımın içi yeğenim.. Bu fotoğrafı küçük elleriyle o çekti :)

17 Ocak 2009 Cumartesi

En Sevdiğim: Hülya - I



CANIM KARDEŞİM... Hülya.. Ben 3,5 yaşlarındaydım, o ailemize katıldığında.. Dünyaya geldiği günün gecesi; alt ıslatmama neden olacak kadar telaşlandığım, ziyarete gelenlerin şaka yaptıklarını sanarak bana "kardeşini alalım, bizim olsun" dedikleri zaman korku ve üzüntüden ağladığım, yine ziyarete gelen amca ve teyzelerin "heh he senin pabucun dama atıldı artık" dediklerinde, "gerçekten! nereden çıktı bu şimdi" diyerek kızdığım, CANIM KARDEŞİM.. Sonra doya doya kavga ettiğim, bazen korkuttuğum, üzdüğüm, kızdığım ama hiç yanımdan ayırmadığım, ayıramadığım KARDEŞİM.. Pek de parlak sayılmayacak bir çocukluğu mümkün olduğunca keyifli yaşamaya çalıştığımız CANIM KARDEŞİM.. Kendimce biraz büyüdüğümde her doğumgününde onun için kağıttan karagöz ve hacivat yaparak, Türkçe kitabımızdaki kısa oyunu oynatıp güldürmeye çalıştığım, küçücük bir Alman Pastası'nı birlikte yediğim, tüm leblebileri üşenmeden "bir sana, bir bana" sayarak paylaştığım, arada ortak verilen bayram harçlıklarından büyük olanlarını kendime alıp "ama bak seninkiler daha çok" diyerek bozuk paralarla kandırmaya çalıştığım ama sonra hiç kıyamadığım, eski bir eteğin kumaşından içine pamuk doldurarak oynaması için bebek yapıp mutlu etmeye çalıştığım CANIM KARDEŞİM... Artık kim abla, kim kardeş karıştı galiba.. Eskiden ben seni koruyordum, sonra sen beni korumaya-kollamaya başladın. Sanırım hissettiğim en güçlü bağ seninle aramda olan.. Tümüyle bir ortaklık üzerine kurulu.. Aynı sahnelere tanık olduk, çoğunlukla aynı okulları bitirdik, aynı yerlerde çalıştık, benzer hayatları yaşadık.. Belki bu yüzden birbirimizi çok anladık.. CANIM KARDEŞİM, benim için yeryüzündeki en değerli varlık sensin.. Seni o kadar çok seviyorum ki tarif edebilmem çok zor.. O da belki başka yazıya..

Turuncu günler başlıyooooooor...

Pınar, canım dostum, turuncu bir düş sundu bana.. Kendimce bir sürü büyük anlamlar yüklediğim evliliğin bittiği akşamdı, dostlarımın benim için düzenlediği "yeni başlangıç-yeniden doğuş" partisinde kafam karışık, hüzün-mutluluk, şaşkınlık, umut-umutsuzluk arasında gidip geliyordum.. Pınar, solumda.. Ben ne yapacağımı bilmez öylece otururken, bir bitişin aslında bilinmeyen yeni şeylere başlangıç olduğunu düşünürken.. "Beraber bir danışmanlık merkezi açalım" dedi.. Üniversiteyi bitirdiğim günden beri kurduğum hayal, çok mutlu olacağımı hayal ederek başladığım evliliğim bittiğinde, beni tekrar yakaladı.. Evet, "hayat insanı beklenmedik patikalarda dolaştırıp, tekrar anayola çıkartabiliyor" sözünü işte bu yüzden çok seviyorum.. Şimdi o hayalin bir adı var.. Turuncu Danışmanlık.. Bu blog da o hayalin yolculuğunu anlatacak, sevdiğim diğer şeyleri de yanına alarak..