21 Ekim 2011 Cuma

Çünkü...

"... Çünkü insan yalnızken katettiği yollardan
Ne zaman geri dönse yeni bir haber getirir..."

Edip Cansever
                                        (Kürk Tamircisi Yorgo ve Küçük Bir Olay)


18 Ekim 2011 Salı

Yeni Bebeğim

Evet yaptım en sonunda.. Sevgili kardeşim okurken kaşlarını çatıyorsun di mi???
Ama ben haftalardır, hatta aylardır düşünüyorum, araştırıyorum, soruşturuyorum..
En sonunda karar verdim ve umarım bir kaç gün içinde elimde olacak..
Bir süre kendime hiç yeni ayakkabı, çanta, elbise yani pılı-pırtı almayacağım, gerçekten! 
Senin ve Derin'in çok güzel fotoğraflarını çekeceğim söz :)

Yaaaa çok heyecanlandım! 
Çok yakında Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar'dan da derslere başlıyorum..
Öyle işte..

17 Ekim 2011 Pazartesi

Güneydoğu Anadolu

Bu yolculuğun da üzerinden epey zaman geçti; bugün yazarım, yarın yazarım derken.. neredeyse bir yıl olmuş.. geçen yıl uzun bir bayram tatilinde sevgili arkadaşım H. ile gittik.. Keyifliydi.. Aslında turları sevmiyorum ama hem daha ekonomik, hem de bazı bölgeler için daha güvenli oluyor.. Bu turla da yıllardır merak ettiğim Güneydoğu'yu kıyısından köşesinden görebilme şansım oldu.. Gerçi her gün bir şehirde geçince insan pek birşey anlamıyor ama yine de en azından bir fikrim oldu..

Kendime notlar aldığım defterime yolda şöyle yazmışım "yine yoldayım.. içimde dinmek bilmeyen bir kendimi oyalama ihtiyacı var.. Sekiz gün sonra tekrar İstanbul'da olacağım, toplam 4200 km yol yapacakmışız.. Ne çok :) ne güzel :)" .

Bu cümlede anlattığım duruma, Geştalt dilinde saptırma diyoruz.. Geçen yıl bu zamanları düşünüyorum.. Zordu.. Zor olunca da saptırıp, uzaklaşmak en kolayı benim için.. Bir de her ne yapıyorsam yalnız yapmak.. Buna da kendine döndürme diyebiliriz :) Ortaya karışık yani.. Offf ne yapayım uğraşıyorum kendimle işte.. herhalde bir zaman ben de bütünleşirim, temas ederim falan filan.. Şimdi Geştalt bir kenara..

İlk şehir daha önce de gittiğim ve hala, yine, yeniden gitmek istediğim; Antakya. Bir zamanlar döneminin üç büyük şehrinden (İskenderiye, Roma ve Antakya) biri imiş.. Burada tabii ki Mozaik Müzesi, St. Pierre Kilisesi, Habibi Neccar Camii ve Uzun Çarşı'yı geziyoruz.. Müze'den çıkıp Uzun Çarşı'ya doğru yürürken gördüğümüz, Asi Nehri'nden balık tutan adamlar, bana çok komik gelmişti. Alıştığımız oltası yukarı doğru yay çizen balıkçı duruşundan epey farklıydı duruşları :) Fotoğrafta çok anlaşılmıyor ama oldukça zahmetli görünüyordu balık bekleyişleri.. Ellerinde oltaları, öne doğru eğilmiş bekliyorlardı.. İnsanın beli çok ağrır yaa.. Ben olsam kesin başım döner düşerim.. En azından tutulur sırtım falan.. neyse zor iş velhasıl!

Antakya'nın evleri, daracık sokakları.. O yıkık döküklüğe rağmen gerçekten göz kamaştırıcı..
Antakya'nın ardından Yesemek'e uğrayıp Şanlıurfa'ya geçiyoruz ve Urfa'da gerçekten büyüleniyorum.. Akşamüstü varıyoruz.. Şehrin üstüne çöken kebap dumanları daha da mistik bir görüntü yaratıyor :) Burası da mutlaka tekrar gideceğim şehirlerden biri.. Hatta Güneydoğu'da benim favorilerim Urfa ve Mardin oluyor.. Klasik olduğu üzere Urfa'da; Balıklı Göl, Rıdvaniye Medresesi ve Hz. İbrahim Makamı'nı görüyoruz. Ertesi gün ise Harran var programda..
 
 
Yine defterimden: "Bence bu kentin rengi mor.. Avlularda iş yapan kadınların başında mor örtüler, yolda yürüyen erkeklerin başında mor poşular, çarşılarda asılanlar da mor.. Bej ve mor bir kent.. Yeşili az, ama büyülü.." Sonradan öğrendim ki mor rengin bu kadar yaygın kullanılmasının nedeni akrep ve yılanların bu renkten korktuğuna yönelik inanışmış..

Harran sonrası sırada Mardin var.. Kasımiye Medresesi'ne gün batımına yakın saatlerde varıyoruz.. Gerçekten insanın aklını başından alan bir yer, gün batımı ne çok yakışıyor, renkler ne güzel.. İzlenmeye değer, yumuşacık bir gün batımı deneyimi yaşıyoruz.. Bence güneşin Mardin Ovası üzerinde batışını izlemek, mutlaka yapılacaklar listenizde olmalı.. Sonra da Deyrulzafaran Manastırı'na gidiyoruz, ama ne yazık ki hava artık kararmış oluyor.. Ertesi sabah ise Midyat'ta gümüşçüleri talan ediyoruz.. Tanrım! Fiyatlar o kadar düşük ki anlatamam.. Bir sürü telkari alıyorum..
 
 
Yolunuz Midyat'a düşerse, Sıla dizisi ile ünlü olan taş konak aslında Devlet Konukevi ve aklınızda bulunsun rezervasyon yaptırarak kalmak mümkün.. Midyat'tan sonra Hasankeyf'e geçiyoruz. Büyük bir bölümü ziyarete kapalı olan Dicle kıyısındaki bu Artuklu kenti, 2011 yılından itibaren boşaltılmaya başlayacaktı, son durum nedir bilemiyorum. Ama gerçekten baraj sularının altında kalacak olması akıl alır değil..
 
Batman'a yaklaşırken petrol çıkaran atbaşlarını görüyoruz.
Batman çayı solumuzda Siirt'e doğru yol alırken bir yandan da düzlükleri geride bırakıp daha dağlık olan Doğu Anadolu'ya da giriyoruz. Siirt'te Ulu Cami'yi gördükten sonra ismi yüksek ruhlar anlamına gelen Tillo (Aydınlar) ilçesine gidiyoruz. Yolun iki yanında fıstık ağaçları var.
 
Siirt'te çok ilgimi çekmese de bir sürü türbe ziyaret ediyoruz. Ulu Cami gördüklerimiz arasında en ilginci idi; minaresinin eğri olmasından dolayı rehberimiz Türkiye'nin Pisa Kulesi dedi ama alakası yok tabii.. Ancak çini süslemeleri göz alıcıydı:
Sonra Malabadi Köprüsü üzerinden Diyarbakır'a ulaşıyoruz. Ne yazık ki o kadar karanlıkta geçiyoruz ki Malabadi Köprüsü'nden, hiç bir detayı göremiyoruz aslında.. Diyarbakır'da sabahın köründe ciğerciler işe başlamış oluyorlar.. Kahvaltıda ciğer alır mısınız?
Diyarbakır'da biraz dolaşıp, kaleden şehri izleyip tekrar yola düşüyoruz.. Harput Kalesi'ne doğru yol alırken Elazığ il sınırları içindeki Hazar Gölü kenarında biraz zaman geçiriyoruz. Çok huzurlu..
 
Göl kenarından sonra Elazığ merkezde biraz dolaşıp, Harput Kalesi'ne çıkıyoruz, oldukça yüksekte yer alan kaleden Elazığ Ovası'nı izliyor insanlar.. Birkaç genç hava kararınca daha güzel olduğunu söylüyor manzaranın, muhtemelen gün batarken içki içmek için buraya geliyorlar. Bir başka eğri minareli camiyi de Harput'ta görüyoruz, yine bir Ulu Cami.
Bir zamanlar ülkemizin en büyük barajı olan Keban'ın çevresindeki balık çiftliklerinden biri..
Elazığ'dan gecelemek üzere Malatya'ya geçiyoruz. Aklımda kalan tek şey, yol boyunca gördüğümüz kayısı bahçeleri ile oldukça yeşil bir şehir olduğu..
Sırada daha önceki günlerde Yesemek Heykel Atölyesi'ni ziyaret ettiğimiz ama kent merkezine gitmediğimiz Gaziantep var. Dünyanın en büyük Mozaik Müzesi'ni geziyoruz, yıllar önce Bardo Müzesi'nde gördüğüm mozaikleri hayranlıkla izlemiştim. Burada Zeugma Antik kentinden çıkan eserler sergileniyor. Gitmeden önce, Çingene Kız mozaiği en çok tanıdığımdı.. Bilmediğim başka pek çok güzel eserle de karşılaşmış oluyorum.. Pek çok eser, çok da hoş bir biçimde sergileniyor..
Bayram günlerinde Gaziantep'te olunca tüm dükkanlar kapalı oluyor ve biz İmam Çağdaş şöyle dursun, herhangi bir baklavacıyı bile açık yakalayamıyoruz. Turdaki herkes cadde üzerindeki tek açık baklava salonuna doluşunca, adamlar neye uğradıklarını şaşırıyorlar ve bize tabak, çatal yetiştiremiyorlar.. Genç çıraklar o kadar mutlular ki gözleri parlıyor, aldıkları her siparişte biraz daha gülümsüyorlar.. Sabah yola çıkıp önce Birecik'e sonra Halfeti'ye geçiyoruz.. Halfeti bir başka şölen, hava pırıl pırıl.. Atatürk Barajı'nın suları altında kalan eski Halfeti'yi tekne ile geziyoruz. Mevsim kurak geçtiği için sular çekilmiş.. Şehir, yosunlu duvarları ile suyun üstünde idi..
Neredeyse üç saat süren bir yolculuktan sonra Adıyaman'a geliyoruz..
Nemrut'a çıkarken içim içime sığmıyor.. Görüntü çok heyecanlandırıyor, rüzgar donduruyor.. Biz, gün batımına yetişiyoruz..
Gölgede kaldığı için dondurucu, keskin bir soğukla bizi karşılayan Doğu Terası'ndaki heykeller..
Batı Terası'na doğru yürüyoruz.. Çok fazla insan var.. Bayram olmayan başka bir zamanda tekrar gelmeyi çok istiyorum..
O kadar yüksekte olmak bende uçma isteği yaratmış olmalı..
Adıyaman'dan sonra tekrar İstanbul için yola koyuluyoruz.. Bu yolculuktan sonra Şanlıurfa'ya, Mardin'e ve Adıyaman'a tekrar gitmek gerek diyorum.. Ama özellikle de Urfa'ya..

Bir Hafta Sonu Kaçamağı..

Geçen hafta sonu Kapadokya'ya kaçtık.. Asıl amaç; vadilerin üzerinde balonla uçmaktı ama gel gör ki sonbahar işi bozdu. Pazar sabahı uçuş için bizi alacakları saatten önce uyandığımızda telefonlarımız çaldı, "rüzgar nedeni ile uçuş iptal" haberini böylece aldık.. Uçamadık ama Kapadokya'da keyifli saatler geçirdik.. Ürgüp Öğretmenevi'nde kaldık.. Bugüne kadar kaldığım öğretmenevleri içinde kesinlikle en temiz ve en güzel olanı idi.. 100 yıllık, yüksek tavanlı, okul olarak inşa edilmiş ve uzunca bir süre okul olarak kullanılmış taş bir bina.. Yolunuz düşerse önerebileceğim bir yer; üstelik oda-kahvaltı öğretmenler için 23, öğretmen olmayanlar için 33 TL.

Göreme Belediye Başkanı tarafından da ağırlandık.. Son derece zarif bir bey, sayesinde herhangi bir turda göremeyeceğimiz yerleri gördük.. Ben daha önce bir kaç kez gitmiştim Kapadokya'ya ama hiç Ürgüp'de kalmamıştım, gecesi de canlı, keyifli bir yerdi.. Akşam Kapadokya şarabı ile daha da güzel oldu :)
Bunlar bebek peribacaları.. bizden sonraki nesiller için :)
Avanos'ta çömlek atölyesinin satış reyonu
 Paşabağ Vadisi
Kucağımda uykuya dalan iki minnoş :) ohh ne çok mıncıkladım onları..
 
1400 yılında yapılmış Merkez Yahya Efendi Camii, Ürgüp 
Öğretmenevi, 1908 yılında başlanan inşaat 1911'de tamamlanmış.. Odamız ikinci kattaydı.

16 Ekim 2011 Pazar

Avrasya Maratonu

Bugün 33. Avrasya Maratonu vardı.. Halk Yürüyüşü geçen yıla göre daha az katılımcı ile gerçekleşti sanırım, yani benim yürüdüğüm saatlerde öyleydi en azından.. Hava sağanak yağışlıydı, ayakkabılarımın içi su dolup, eşofmanımın paçaları ıslanıp ağırlaştığı için aşağı inmeye başlamasa herşey yolundaydı ama yine de şikayet etmeyeyim, olacak o kadar.. Yağmurluğuma pıtır pıtır vuran damlalar çok güzeldi.. Köprü geçen yıl olduğu gibi sallanmıyordu.. Sadece bir ara fotoğraf çekmek için durduğumda ayağımın altındaki kaymayı hissettim ve hemen yürümeye başladım.. Geçen yıl neydi o sallanan direklerin çıkardığı ses! Sallanma yoğundu ama o sesle birlikte korku filmi gibi olmuştu.. Yanımızda Derin var diye dalgaya vurmuştuk ama köprüyü bir an önce geride bırakmak için belli bir bölümünü koşmuştuk, kahkahalarla gülerek..
 
Başlangıç noktasında seyyar satıcılar, resmen çay ocağı kurmuşlardı, küçük tüple falan.. Çay-simit-peynir satıyorlardı, ben de elime çayımı alıp önce gayet lakayt başladım ama sonra çayım bitince hemen toparlandım.. hızlı bir ritimle yürüdüm.. o soğuğa ve yağmura bir de terim karıştı valla.. 8 Km tamamlanınca padometremdeki sayı, 9863 idi..
 
Ben gayet hızlı hızlı yürürken köprü üstünde, yağmur altında öpüşme fantazisi yaşayan aşıklara azıcık kıl oldum ama neyse.. Bu aşıklardan bir çift de tam vapurdan inerken, o kalabalıkta sürme iskelenin başında öpüşme kararı aldı, yine gayet hızlı hızlı yürürken zınk diye durduk.. 

Akşam o kadar çok üşümüştüm ki eve gelince hemen sıcak birşeyler hazırlayıp "my hug-bodies" dediğim ikili ile sarmaş dolaş oldum: Kalın, şal yaka, yumuşacık yün hırkam ve peluş battaniyem.. Bir de iki yıl önce indirdiğim bir film vardı nihayet onu da koydum dvd-player'a ve izledim: "A Complete History Of My Sexual Failure" Hem çok komik, hem hüzünlü bir film.. Aşk ilişkilerinde bir türlü dikiş tutturamamış yönetmen Chris Waitt, eski kız arkadaşları ile söyleşiler yaparak, ilişkideki hataları-neyin nasıl yanlış gittiğini anlamaya çalışıyor, belgesel nitelikte bir film denebilir.. Herkes kendisi.. oyuncular, gerçek kişiler yani.. sevdim ben..
Özellikle Vicky ile yaptığı söyleşide ikisi de karşılıklı ağlarken, boğazım acımaya başladı.. hala da acıyor.. galiba hasta oluyorum ;)

6 Ekim 2011 Perşembe

Öylesine Bir Ekim Günü..

Akşamları sonbahar hissedilir oldu artık battaniyesiz uyunmuyor.. sarılıp battaniyeye uyumak hoşuma gidiyor.. Bir yanda sararan yapraklar, düşen hava sıcaklığı, her gün biraz daha kısalan gündüzler ve eğilen gün ışığı.. Öte yanda hala kış uykusuna yatmamış, bahçemizde yaşayan yılanlar..

Evet yanlış okumadınız.. Üzerime alınacağım valla.. daha önce de evime girip benimle bir yıl yaşayan kertenkeleyi ve mücadelemi anlatmıştım. Nedir bu sürüngenlerin benimle alıp veremediği? Şimdi de bahçemizdeki yılanlar.. geçen gün öğrencilerden biri ve müdür yardımcımız oyun bahçesine doğru giderken merdivenlerin üzerinde karşılaşmış bir tanesi ile.. çocuk, oyun bahçesine çıkınca heyecanla annesine ve kardeşine anlatmış ama kimse oralı olmamış.. herhalde 6 yaşın hayal gücüne yordu bu hikayeyi, onu dinleyen annesi :) biz de çıkıp gerçekten öyle diyemedik tabii.. neyse oğlumuz korkmuyor canlılardan da olay çok büyümedi.. yoksa okula gelmekten bile korkabilirdi..

ardından güvenlik bir tane buldu.. ondan önce şoför bulmuştu.. son bulunanlar, yavrular..

Bir yandan çok ürküyorum, öte yandan hoşuma gidiyor.. İstanbul'un göbeği denebilecek bir yerde, bu kadar gürültü, insan, bina ve aracın arasında doğal hayatın hala sürdüğünü bilmek güzel.. ama inanın bulunanların hiç birine bakmaya bile cesaret edemedim..