17 Ekim 2011 Pazartesi

Güneydoğu Anadolu

Bu yolculuğun da üzerinden epey zaman geçti; bugün yazarım, yarın yazarım derken.. neredeyse bir yıl olmuş.. geçen yıl uzun bir bayram tatilinde sevgili arkadaşım H. ile gittik.. Keyifliydi.. Aslında turları sevmiyorum ama hem daha ekonomik, hem de bazı bölgeler için daha güvenli oluyor.. Bu turla da yıllardır merak ettiğim Güneydoğu'yu kıyısından köşesinden görebilme şansım oldu.. Gerçi her gün bir şehirde geçince insan pek birşey anlamıyor ama yine de en azından bir fikrim oldu..

Kendime notlar aldığım defterime yolda şöyle yazmışım "yine yoldayım.. içimde dinmek bilmeyen bir kendimi oyalama ihtiyacı var.. Sekiz gün sonra tekrar İstanbul'da olacağım, toplam 4200 km yol yapacakmışız.. Ne çok :) ne güzel :)" .

Bu cümlede anlattığım duruma, Geştalt dilinde saptırma diyoruz.. Geçen yıl bu zamanları düşünüyorum.. Zordu.. Zor olunca da saptırıp, uzaklaşmak en kolayı benim için.. Bir de her ne yapıyorsam yalnız yapmak.. Buna da kendine döndürme diyebiliriz :) Ortaya karışık yani.. Offf ne yapayım uğraşıyorum kendimle işte.. herhalde bir zaman ben de bütünleşirim, temas ederim falan filan.. Şimdi Geştalt bir kenara..

İlk şehir daha önce de gittiğim ve hala, yine, yeniden gitmek istediğim; Antakya. Bir zamanlar döneminin üç büyük şehrinden (İskenderiye, Roma ve Antakya) biri imiş.. Burada tabii ki Mozaik Müzesi, St. Pierre Kilisesi, Habibi Neccar Camii ve Uzun Çarşı'yı geziyoruz.. Müze'den çıkıp Uzun Çarşı'ya doğru yürürken gördüğümüz, Asi Nehri'nden balık tutan adamlar, bana çok komik gelmişti. Alıştığımız oltası yukarı doğru yay çizen balıkçı duruşundan epey farklıydı duruşları :) Fotoğrafta çok anlaşılmıyor ama oldukça zahmetli görünüyordu balık bekleyişleri.. Ellerinde oltaları, öne doğru eğilmiş bekliyorlardı.. İnsanın beli çok ağrır yaa.. Ben olsam kesin başım döner düşerim.. En azından tutulur sırtım falan.. neyse zor iş velhasıl!

Antakya'nın evleri, daracık sokakları.. O yıkık döküklüğe rağmen gerçekten göz kamaştırıcı..
Antakya'nın ardından Yesemek'e uğrayıp Şanlıurfa'ya geçiyoruz ve Urfa'da gerçekten büyüleniyorum.. Akşamüstü varıyoruz.. Şehrin üstüne çöken kebap dumanları daha da mistik bir görüntü yaratıyor :) Burası da mutlaka tekrar gideceğim şehirlerden biri.. Hatta Güneydoğu'da benim favorilerim Urfa ve Mardin oluyor.. Klasik olduğu üzere Urfa'da; Balıklı Göl, Rıdvaniye Medresesi ve Hz. İbrahim Makamı'nı görüyoruz. Ertesi gün ise Harran var programda..
 
 
Yine defterimden: "Bence bu kentin rengi mor.. Avlularda iş yapan kadınların başında mor örtüler, yolda yürüyen erkeklerin başında mor poşular, çarşılarda asılanlar da mor.. Bej ve mor bir kent.. Yeşili az, ama büyülü.." Sonradan öğrendim ki mor rengin bu kadar yaygın kullanılmasının nedeni akrep ve yılanların bu renkten korktuğuna yönelik inanışmış..

Harran sonrası sırada Mardin var.. Kasımiye Medresesi'ne gün batımına yakın saatlerde varıyoruz.. Gerçekten insanın aklını başından alan bir yer, gün batımı ne çok yakışıyor, renkler ne güzel.. İzlenmeye değer, yumuşacık bir gün batımı deneyimi yaşıyoruz.. Bence güneşin Mardin Ovası üzerinde batışını izlemek, mutlaka yapılacaklar listenizde olmalı.. Sonra da Deyrulzafaran Manastırı'na gidiyoruz, ama ne yazık ki hava artık kararmış oluyor.. Ertesi sabah ise Midyat'ta gümüşçüleri talan ediyoruz.. Tanrım! Fiyatlar o kadar düşük ki anlatamam.. Bir sürü telkari alıyorum..
 
 
Yolunuz Midyat'a düşerse, Sıla dizisi ile ünlü olan taş konak aslında Devlet Konukevi ve aklınızda bulunsun rezervasyon yaptırarak kalmak mümkün.. Midyat'tan sonra Hasankeyf'e geçiyoruz. Büyük bir bölümü ziyarete kapalı olan Dicle kıyısındaki bu Artuklu kenti, 2011 yılından itibaren boşaltılmaya başlayacaktı, son durum nedir bilemiyorum. Ama gerçekten baraj sularının altında kalacak olması akıl alır değil..
 
Batman'a yaklaşırken petrol çıkaran atbaşlarını görüyoruz.
Batman çayı solumuzda Siirt'e doğru yol alırken bir yandan da düzlükleri geride bırakıp daha dağlık olan Doğu Anadolu'ya da giriyoruz. Siirt'te Ulu Cami'yi gördükten sonra ismi yüksek ruhlar anlamına gelen Tillo (Aydınlar) ilçesine gidiyoruz. Yolun iki yanında fıstık ağaçları var.
 
Siirt'te çok ilgimi çekmese de bir sürü türbe ziyaret ediyoruz. Ulu Cami gördüklerimiz arasında en ilginci idi; minaresinin eğri olmasından dolayı rehberimiz Türkiye'nin Pisa Kulesi dedi ama alakası yok tabii.. Ancak çini süslemeleri göz alıcıydı:
Sonra Malabadi Köprüsü üzerinden Diyarbakır'a ulaşıyoruz. Ne yazık ki o kadar karanlıkta geçiyoruz ki Malabadi Köprüsü'nden, hiç bir detayı göremiyoruz aslında.. Diyarbakır'da sabahın köründe ciğerciler işe başlamış oluyorlar.. Kahvaltıda ciğer alır mısınız?
Diyarbakır'da biraz dolaşıp, kaleden şehri izleyip tekrar yola düşüyoruz.. Harput Kalesi'ne doğru yol alırken Elazığ il sınırları içindeki Hazar Gölü kenarında biraz zaman geçiriyoruz. Çok huzurlu..
 
Göl kenarından sonra Elazığ merkezde biraz dolaşıp, Harput Kalesi'ne çıkıyoruz, oldukça yüksekte yer alan kaleden Elazığ Ovası'nı izliyor insanlar.. Birkaç genç hava kararınca daha güzel olduğunu söylüyor manzaranın, muhtemelen gün batarken içki içmek için buraya geliyorlar. Bir başka eğri minareli camiyi de Harput'ta görüyoruz, yine bir Ulu Cami.
Bir zamanlar ülkemizin en büyük barajı olan Keban'ın çevresindeki balık çiftliklerinden biri..
Elazığ'dan gecelemek üzere Malatya'ya geçiyoruz. Aklımda kalan tek şey, yol boyunca gördüğümüz kayısı bahçeleri ile oldukça yeşil bir şehir olduğu..
Sırada daha önceki günlerde Yesemek Heykel Atölyesi'ni ziyaret ettiğimiz ama kent merkezine gitmediğimiz Gaziantep var. Dünyanın en büyük Mozaik Müzesi'ni geziyoruz, yıllar önce Bardo Müzesi'nde gördüğüm mozaikleri hayranlıkla izlemiştim. Burada Zeugma Antik kentinden çıkan eserler sergileniyor. Gitmeden önce, Çingene Kız mozaiği en çok tanıdığımdı.. Bilmediğim başka pek çok güzel eserle de karşılaşmış oluyorum.. Pek çok eser, çok da hoş bir biçimde sergileniyor..
Bayram günlerinde Gaziantep'te olunca tüm dükkanlar kapalı oluyor ve biz İmam Çağdaş şöyle dursun, herhangi bir baklavacıyı bile açık yakalayamıyoruz. Turdaki herkes cadde üzerindeki tek açık baklava salonuna doluşunca, adamlar neye uğradıklarını şaşırıyorlar ve bize tabak, çatal yetiştiremiyorlar.. Genç çıraklar o kadar mutlular ki gözleri parlıyor, aldıkları her siparişte biraz daha gülümsüyorlar.. Sabah yola çıkıp önce Birecik'e sonra Halfeti'ye geçiyoruz.. Halfeti bir başka şölen, hava pırıl pırıl.. Atatürk Barajı'nın suları altında kalan eski Halfeti'yi tekne ile geziyoruz. Mevsim kurak geçtiği için sular çekilmiş.. Şehir, yosunlu duvarları ile suyun üstünde idi..
Neredeyse üç saat süren bir yolculuktan sonra Adıyaman'a geliyoruz..
Nemrut'a çıkarken içim içime sığmıyor.. Görüntü çok heyecanlandırıyor, rüzgar donduruyor.. Biz, gün batımına yetişiyoruz..
Gölgede kaldığı için dondurucu, keskin bir soğukla bizi karşılayan Doğu Terası'ndaki heykeller..
Batı Terası'na doğru yürüyoruz.. Çok fazla insan var.. Bayram olmayan başka bir zamanda tekrar gelmeyi çok istiyorum..
O kadar yüksekte olmak bende uçma isteği yaratmış olmalı..
Adıyaman'dan sonra tekrar İstanbul için yola koyuluyoruz.. Bu yolculuktan sonra Şanlıurfa'ya, Mardin'e ve Adıyaman'a tekrar gitmek gerek diyorum.. Ama özellikle de Urfa'ya..

1 yorum:

  1. canim. ne güzel yerler. cok güsel cekmisin fotolari. yeni makinanla kimbilir neler yaparsin artik.
    üniversitede bende bir dogu turu yapmistim. :)

    beyhan

    YanıtlaSil